5 Nisan 2011 Salı


“Böyle bir gece tahmin etmiyordum. Uyuyup uyanıp,yeni güne dönmüş işçi elleriyle avunmuş yağmurlardan yeni düşler çalacaktım. Senin için. Geceden hemen önce siyah takımlarımı dahi giymiştim.”

Önce aynaya baktım. Aynanın vasfını henüz kavrayamamış olsam da önce ona baktım. Saat aklıma gelmemişti hiç. Traş falan da olmayacaktım zaten. Yüzümü yeterince yıkadığıma emin olduktan sonra çıkabildim otelden. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Ama yine de koşar adım vardım caddeye. Caddeye giderken sanki güzelleşmiş gibiydi bir çok şey. Bahar gelmişti şehre nihayet uzun karanlık ve hayli karlı bir kışın ardından. Neredeyse pembeye boyanmış ağaçlar vardı sokakta.
Bu sokaktan geçmek her zaman böyle olmuyordu halbuki. (Böyle derken,hani biraz keyiflice.) Hele şu terk edilmiş,tek katlı evin önünden, gece yarılarında geçerken kan ter içinde kalıp adımlarımın delice hızlandığı vakitler oluyordu. Ama kahvenin önüne geldiğim an adımlarımı yavaşlatıyordum. Üç beş kişi görünüyordu buğulu camın ardında. Belki gece de orada kalıyordu o yaşlı elleriyle tütün saran adamlar,bilmiyorum. Ama ne vakit kahvenin önünden geçsem orada aynı tahta sandaleyede oturuyor oluyorlardı. Belki de onların o kadim bekleyişleri beni sakinliğe sevk ediyordu korkularımdan kurtarıp da. Tanımasam da içten içe güveniyordum onlara. Sanki terk edilmiş tek katlı evin içinden birden bire üzerime atlayacak olan siyahyosun pelerinli adamlardan koruyacaklardı beni. Kahvecinin umursamaz çay verişlerinde dahi hissedebiliyordum bu güveni.
Ama dedim ya her zaman bahar olmuyor bu sokak böyle ve her zaman böyle dünyanın en masum yaratıkları gibi uyuklamıyor köpekler. Hele kış olmaya görsün. Peşinden koşacak adam arıyor bu vahşi yaratıklar. Bakmayın öyle masummuş gibi uyuduklarına. Bir gece hiç unutmuyorum ölümcül bir soğuk vardı. Şehirde sanki benden başka kimse kalmamıştı. Herkes katbekat gizlenmişti yorganının altına ve yaşlı kadınlar soğuğun geçmesi için dua ediyorlardı. Ben de otelin yolunu tutmuştum. Yüzyıllardır aynı yerde duran,boyası dökülse de bir zamanlar gök mavisi olduğu hala belli olan (eminim gök mavisi olduğuna) , asfalta kök salmış tek kapısı kırık Ford marka arabanın önünden geçerken bir anda üzerime iki köpek zıpladı. Orada sanki günlerdir beni bekliyorlarmış gibiydiler. Arkama dahi bakmadan otele kadar koştum. Nereye kadar peşimden geldiklerini bilmiyorum ama yatağa girdiğimde dahi soluklarını ensemde duyuyordum. Belki koşmasaydım kovalamazlardı beni hatta dost bile olabilirdik belki ama o anda aklıma dahi gelmedi böyle bir ihtimal. Ama bu sabah onların uyuklamasının verdiği bir güvenle yanlarından rahatça geçtim.
Kahvenin önünden geçerken bir an kahveciyle gözgöze geldim galiba. Garip ama gülümsüyor gibiydi neredeyse. (Evet evet gülümsediğine yemin bile edebilirim şu an) Kahveye girsem belki bir çay bile ısmarlardı bana ama koşar adım caddeye gidiyordum.
Otel ile caddenin arası tam tamına yediyüzotuziki adım. Bir gece otele dönerken yağmur bastırmıştı birden bire. (Zaten ne oluyorsa birden bire oluyor ya bu hayatta) Koşmamın bir halta yaramayacağını anlayınca otele kadar adımlarımı saymıştım. Otele vardığımda resepsiyondaki asık suratlı nerden baksan oval bir yaratığı andıran yaşlı kadın acıyıp halime sıcak bir bitki çayı getirmişti. Adını bilmiyorum ama tadı fena halde acıydı. Ama yine de o gecelik de olsa resepsiyondaki asık suratlı kadına içim ısınmıştı.
Otel de pek az insan olmasına rağmen kimse konuşmazdı resepsiyondaki asık suratlı yaşlı kadın bile. Bazen buradaki insanların artık konuşma yaşını doldurduklarını ve gizli bir emirle dillerinin mühürlendiğini düşünmeden edemiyorum. Onların bu gizli mührüne yine de saygı gösteriyor ve tek kelime dahi etmiyordum. Zaten istesem de pek konuşamazdım galiba onlarla. Çünkü ara sıra da olsa merdivenlerde karşılaştığım memur yüzlü adamların otuz iki yaşını geçeli en azından bir yüzyıl olduğunu ve aramızda bunca zaman farkı varken dillerimizin aynı olma ihtimali bile çok düşük geliyor. Ama bu sabah içimde bir his,bu sabaha münhasır da olsa,konuştuklarını söylüyor. Hem de ben otelden çıkar çıkmaz. Hatta bahçedeki erik ağacının çiçeklerinden bile bahsetmiş olabilirler. Eğer caddeye doğru koşar adım gidiyor olmasaydım belki duyabilirdim onları. En çok da durmadan posta kutusunu yoklayan, beyaz saçlı,koyu kahve bastonlu ve her daim boynunda şala benzer bir şey bağlı olan,uzun boylu adamın sesini duymak isterdim.
Birden bire caddede buldum kendimi sonra. Tren istasyonuna tam elli metre vardı. Böyle birden bire ortada kalacağımı tahmin etmemiştim caddeye koşar adım giderken. Orada öyle kararsız öyle kıpırtısız öyle boş ne kadar zaman durdum bilmiyorum.
Neden sonra bir yere girip kendimi güvene almam gerekiyormuş gibi hissettim. Caddeden aşağı doğru bir müddet daha yürüdükten sonra Fransız filmlerindeki cafeleri andıran bir yere girdim. Çocukluğumda yurttan kaçıp sinemaya giderdik üç beş kişi. O zamanlar en büyük heycanımız yurttan kaçıp sinemaya gitmek ve ard arda onlarca sigara içmekti. Tabi geri dönüşlerimiz o kadar heyecanlı olmuyordu. Mümessilin uyumasını beklerken çok vakit sokakta dibimizin donduğu oluyordu. O zamanlarda sinemada görmüştüm böyle bir cafe. Filmin adını hala unutamam; ”serseri aşıklar”. Bayılmıştım bu isme. Hatta başlığı “Serseri Aşıklar” olan şiirler bile yazmaya çalışmıştım o zamanlar.
Saatlerce oturdum o cafede. İki kahve içtim. Yarım paket sigara. Gelip geçen herkese ama herkese bakıyordum. Önce yüzlerine sonra ellerine en çok dikkatimi çeken de hiçbirinin yürüyüşü hiçbirine benzemiyordu. Sonra bir kız gördüm birdenbire. Öyle duruyordu kaldırımda. Hiç bir şeyi hiç kimseyi beklemiyor gibiydi. Uzun zamandır orada öylece duruyordu sanki ama nasıl oldu da farketmedim daha önce bilmiyorum. Birden bire orada peyda olmuş gibiydi. Yukarıdan gelmiş olsa mutlaka görürdüm çünkü yüzüm oraya dönük oturuyordum cam kenarında ve dedim ya gelen geçen herkese bakıyordum.  Hesabı ödeyip cafeden çıktım. Çıkmadan önce barın arkasındaki aynadan kendime baktım. Bu aynaları da bir türlü anlayamıyordum. Neden barların arkasında hep ayna olurdu ki. Mesela moralin fena halde bozuk,gelip oturmuşsun bara ve kafana koymuşsun ölümüne içiceksin bu gece hiç kıpırdamadan. Sonra birden bire ayna gözüne çarpıcak. Orada kendini göreceksin ne kadar zavallı bir halde olduğunu.. Ne kadar çaresiz olduğunu.. sonra o aynadan arka masalarda oturan arkadaş gruplarını ve sevgilileri kesmeye başlayacaksın. Onların kahkahalarını gördükçe daha da batacak yalnızlığın kalbine. Belki görmesen,orada ayna olmasa, sadece gülmelerini işitsen belki güzel anılarını falan hatırlayıp o gece intihar etmek geçmeyecek aklından ama aynanın gösterdikleri ,anılarını anımsamana fena halde engel olacak ve fena fikirleri bir bir keşfettirecek. Ya da mesela çok neşelisin hatta bir arkadaşın bile var yanında. Oturmuşsun bar sandalyesine iki bira içip neşeni paylaşacaksın. Tam kahkahalar atarken aynada kendini göreceksin. Tanıyamayacaksın.(kimse kandırmasın kendini herkes kahkaha atarken çirkin denecek kadar garip bir hal alır) Kendini çirkin bile bulacaksın belki ve kahkaha atmaktan vazgeçiceksin tebessümle geçiştirmeye çalışacaksın. Halbuki ayna olmasaydı orda gönlünce kahkahalar atıp eğlenecektin aklında hiç bir endişe olmayacaktı ve o gece tatlı bir uykuya dahi sokulabilecektin belki de..
Ama iyi ki barın arkasında ayna vardı yoksa kendime bakmak için tuvalete kadar gitmek zorunda kalacaktım ve o arada belki de kırmızı mantolu kız kaldırımda durmaktan sıkılıp bir yerlere gidecekti.


balat/nisan2011