1 Ocak 2018 Pazartesi

Mektup, tufan ve hitam





"ve bir intihar üstüne söylenti
bütün kıyıları dolaştı durdu"


Yüzünde büsbütün kayıtsız bir ifadeyle karşımda oturuyor, terleyen avcumda tuttuğum soğuk Smith Wesson'ı ne zaman ateşleyeceğimi bekliyordu. İntiharımı izlemek için mi gelmişti onca yolu? Bilmiyorum.

'Ben beceremeyeceğim sanırım bu intiharı' dedim. Ayaklandım. Fakat o senaryonun akışını bozduğumdan rahatsız olsa gerek, elimden aldığı silahı sol şakağıma dayadı ve aceleyle bir el ateş etti. Canım çok yandı. Buna eminim. Son anlarımı aptal bir alıklıkla geçirmemek için hızla konuşmaya başladım, ne söyleyebilir ki insan böyle zamanlarda. Aklıma gelen ilk cümle "Ölmemeliydim bu kadar erken, içimde bir yaşamak arzusu, diri ve tazeydi hala, hem seni de sahiden sevmiştim" diyebildim. Elimi şakağıma götürdüm. Barutun kesif kokusu midemi bulandırdı. Biraz sonra çıkıp gelecek ölümü denize dökülen bir nehir gibi, merak ediyordum.

Ciğerlerim günlerdir oksijenden mahrum kalmış gibi uyandım gecenin ortasına. Yeni yıl kronik kabus nöbetlerimle başladı. Bir müddet karanlığa kayıtsız baktım. Aklıma birkaç gün evvel kazadan kıl payı kurtulduğum akşam geldi. Araba buzun üstünde kontrolden çıkmış bir balet gibi dönerken, bütün ışıklar bütün renkler bütün kar taneleri birbirinde kaybolurken, o kaosun orta yerinde olanca sakinliği ile duran zihnimden geçenleri düşündüm.

"Mutsuzluk Anna" diye bir şiir yazmıştı adam. "Gittiğim hiçbir şehirde artık seni görmüyorum." diye bitiyordu ve bu bitiş bana çok muğlak çok yavan geliyordu. Fakat biten bir şiire yeni bir mısra üleştirmeye çalışmanın ne kadar meşakkatli bir uğraş olduğunu siz de pek âlâ bilirsiniz!

Sonra telafi olsun diye şu mısraları sıraladı

"Bence her insan babasının evinde bir kere başarısız intihar girişiminde bulunmalı
Naftalin kokan bir sandığın içinde mesela / çocukluk fotoğrafını bulduğunda
...
Sadece ben değil / her insan babasının evinde bir kere intihar girişiminde bulunmalı
Başarısız olması şerhini düşmeyi unutmadan."


Aslında yazı masasına oturduğumda ne kâbuslarımdan ne bu şiirden ne de intihardan bahsedecektim size. Nereden açıldı konu bilmiyorum. Sanırım kül tablasıyla verdiğim kavga beni buralara sürükledi.

Aslında adettendir her yıl dönümünde geriye dönüp kaç arpa boyu yol aldığını hesap etmek. Benim de niyetim buydu. Fakat 2017, yani yaşamımın en karanlık yılı, yani ölümü bunca arzuladığım yıldan bahis açmak öyle kolay olmuyor. Kopan düğmemi dikmeye çalışırken ettiğim küfürlerin yankısı hala asılı duruyor dolabımda. Düğmemi de dikemedim zaten.

Evet kelimin sözlük karşılığı 'Kayıp' olarak geçsin kayıtlara. 2017 dediklerinde, yalnız bu yazılsın tarih kitaplarına düşülmeyecek şerhlerde.

"Beynim üç gün aynı tencerede beklemiş gibi sanki bir spagetti" diye bir mısra karalamıştı. "Bu olmamış avukat" demiştim, bu tabir şiire yakışmamış bunu düzeltmelisin. Kırılmış mıydı bana şiirine karşı böyle acımasız olduğum için? Bilmiyorum. Ama kırılmamış olsaydı eğer, mektuplarında bundan bahsederdi. Hiç bahsetmedi.

Mektuplar, evet. Yığın yığın biriken, okuyanı kalmamış, yalnız yazanı bağlayan ve kapalı zarf bir ihalenin tedirginliği ile postaya verilen mektuplar. Size bunlardan bahsedebilirim!

Onlarca mektup biriktirdim. Telaşlı zamanlarda bir vesile ölümden bahsetmek istemeden karaladığım, ilkokul defterlerine kenar süsü niyetine umuda ve yaşama dair kelimelerle sayfayı bitirmeye azmettiğim, mektuplar. Fakat neden bilmiyorum bir sabah uyandım ve artık mektup yazmayacağım dedim. Hayır mektupların iade edilmesine filan içerlememiştim. Başka bir şeydi bütün bunların sebebi. Dedim ya sene 2017'diydi ve o yıl hep başka sebeplerden başka sonuçlar doğdu. Sonuçlar, varlığımın üzerinden tank paletleriyle geçti. Nihayetinde, her şeyden bir armağan elbet düşermiş ya insanın payına, bana da sükut düştü. Sustum. Nasıl dinerse ormanların çağıltısı birdenbire öyle sustum. 'Eski zamanlara nazaran daha suskunsun' dedi ziyaretime gelen bir adam. 'Eskiden ne güzel kahkaha atardın, böyle değildi Yeşilköy akşamlarımız' diye ekledi. Ona da mektup yazmıştım. Ona, çok yazmıştım, henüz suskunluk çağıma girmeden evvel. Hakkını vermeliyim çoğunu cevapsız bırakmamıştı mektuplarımın. Hatta tütünden ve yalnızlıktan bahsettiğim satırlarda o da benimle bir sigara yaktığını söylemişti bütün geçmişliğimizin üzerine.

'Turuncuyduk, çocuk ve balık kadar' diye yineledim içimden, bir duayı anımsar gibi.

Yıl değişimine günlüğümdeki bir rakamın yerini yenisinin almasından daha fazla manalar yüklemek isterdim. Mektuplarımda bu bahislerden hiç mevzu açmadım. Zaten öyle şeyler yazılmaz mektuplara. Yaşayacağız, denir, güleceğiz güneşli avlularda, kente geri döndüğümüz vakit mutlaka, denir. Denir ha babam onca kelime yığıp üst üste yaşamak denir, yeni ve arınmış bir yaşamın tahlilleri, tahayyülleri irdelenir en ince ayrıntısına kadar. Mektuptur nihayetinde, nihayete ermeyen için muhatabına  nâmütenâhi hislerle dokunmak şevkindedir.

Fakat mektup yazmadıklarım da oldu elbet 2017 günleri ve geceleri boyunca.

M'ye hiç mektup yazmadım. İade pulunu onun zarfının üzerinde görmek istemedim. Çünkü onunla biz, gençlik zamanlarının en delişmen vakitlerini beraberce not düşmüştük şahsi külliyatımıza. Onunla biz, geceleri Kuzguncuk'a inmekle ilintilemiştik her şeyi. Gece yarısını geçince, siyah bir arabayla gelirdi kapıma, uzun bir yola çıkacağımızı bilirdim o vakit. Nereye gideceğimizi bilmeden, yalnız yolda olma şevkiyle, giderdik, saatler, geceler boyu, yol elbet varır bir yere, sen tütünü tazele sâki, derdi, sonra kahkahası, çocukluk zamanlarımızdaki gibi yankılanırdı kesik beyaz çizgilerin hızla kaybolduğu yollarda. Dedim ya, yol hep Kuzguncuk'a çıkardı. Bir sabahçı kahvesinde telaşlarımızı, kırgınlıklarımızı, kocaman cümlelerle devlet meselelerini, sessiz mısralarla aşklarımızı konuşurduk. Bîteviye konuşurduk. Onu tanısaydınız dedelerinden birinin mutlak sûrette bir meddah olduğuna inanırdırdınız. Anlatacak milyonlarca sayfa öyküsü vardı. Henüz 2017 geçmemişti üzerimizden henüz böyle tufan vurmamıştı portakal bahçelerini. Eşyaları üst üste yığılmış bir evde bir başıma kalmıştım. Gece yarısı çıkıp gelmişti. 'Evlilik görmüş adam böyle bir evde uyumamalı' diyerek tutup kolumdan götürmüştü beni. Günler ve geceler boyu misafir etmişti beyaz kitaplığı olan küçük evinde. Kitaplıktan 'İstanbul' adlı bir kitabı çekip, bu senin için demişti. Sevinmiştim. Hem de ne sevinmek. Tufan vurmasaydı eğer, piyano aldığı gün de yanında olacaktım, söz vermiştim. Çok sonra duydum, almış nihayet, bana kendi bestesini çalacaktı, nasip olmadı, dedim ya yıl 2017'ydi ve tufan çok olağan bir cümleydi. Oysa Alsancak İskelesi'nde günbatımlı bir bahar zamanı kurduğumuz düşlerde böylesi bir son hiç aklımıza gelmemişti. O düşlere güvenip de arayıp durmuştum tufan sabahı onu, arayıp durmuştum da bulamamıştım ne bir seda ne de bir vefa.

"anneanne, müzmin
başağrılarım artıyor
işte yaşamak bu deyip dostlar
müttefiklere gülümsediğinde"

Anneannem 2017'den çok evvel kurtuldu bu dünyadan. İyi ki görmedi 17'yi. Ah benim çocuk kalpli anneannem, ardınsıra odalarda dolaşan tespihin dayanamaz, dağılırdı görseydi bu tufanı, iyi ki görmedi. Hem sen anneanne, çok ağlardın bakıp bakıp bayat un kurabiyesi gibi dağılan ömrümüze. Bize, gittiğin o yerden, dua et olur mu? Hem sözüm var sana,  yeni örgü ipleri, süslü tığlar ve beyaz yazmalar getireceğim gelirken, unutmadım elbet.

2017, kayıp düşler atlasım.

Bir insana kötülük yapmak için on binlerce yol keşfetti takım elbiseli adamlar. Ama kesin olarak emin olduğum bir şey var artık, bu yollar arasında, en can alıcı olanı, düşsüz bırakmak. Evet evet tam olarak ondan bahsediyorum. Üçüncü sınıf arabesk bir şarkıda geçen mutlak gerçek, eğer birine ölümden daha büyük bir ceza vermek istiyorsan onu düşsüz bırak!


Bu bittecrübe sabit.

Nazım, mahpusluk zamanlarında, yani ölmeden önce sürgünde, karısına yazdığı şiirinde öyle diyordu

"bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı / hürriyet denen ifrit / Bu bittecrübe sabit, karıcığım / bittecrübe sabit..."


Bazı mektuplarım içinse pişmanlığım yok değil. Keşke diyorum, şimdi dönüp bakınca, keşke iade puluyla kapımda bulsaydım tüm o kelime yığınlarını, keşke o yağmurlu İstanbul gecesinde, tüm kapılar yüzüme kapanmışken, sığınacak bir yer ararken, tedirgin ve telaşlı sesimle telefon kulübelerinde ulaşılabilecek bir telefon ararken, bana kapını hiç açmasaydın be adam.

O gece kapısını, müşfik bir gülümsemeyle açmıştı Derviş.

Aç mısın diye sormuştu hemen. Bahçenizdeki kediler ne kadar güzel demiştim. Sonbaharın kırgın güzelliği büsbütün odaya dolmuştu. Sabahattin Ali'den bir öykü okumuştum çalışma odasına uzanıp. Sabahattin Ali'nin Aliye'sine mahpustan yazdığı mektupları düşünmüştüm. Yemek hazır olunca buyur etmişti. Ev yapımı hoşaflar, sebze yemekleri, tatlılar sofraya inip kalkmıştı. Son huzurlu gecemdi. Minnettardım hepsi için. Sabah gün doğmadan evvel, son kez kokusunu içime çekmiştim yağmurun. Mutfak masasında mükellef bir kahvaltının ardından hızlı hızlı bir mektup karalamış, müteşekkir ve ümitten cümlelerle biten mektubu gizlice iliştirmiştim cebine. Sürgün yollarında onu düşündükçe gülümsemiştim. Mektup yazmaya da devam etmiştim elbet. Onu tanısanız siz de müteşekkir olurdunuz.

Ama Adem'in payından düşmüş insanoğlunun bahtına ya, nereden bilecektim, bu kadar benzeştiğini kaderimin, Adem'in oğullarıyla. Efsunlu çingene kadınlarının yüzyıllardır bilip de söylemediği zehrin sırrına vâkıfmış meğer Derviş. Bir sürgün gecesinde, o kapıyı açtığında karşımda duran müşfik tebessümüyle durup öte kıyıda, en nazenin yerimden, elleri hiç titremeden hem de, zehirle bilenmiş sedef çakısıyla açtı, iflah olmaz yaramı. Sürgün yerinde tabip ne arasın, yaşlı bir dağ çobanına gösterdim yaramı 'İyi ölmemişsin, ben bu yarayı bilirim, niceleri telef oldu bu zehirden, hem Habil'i de öldüren bu yaraydı' dedi. Eğildi yarama, kekik ve çörek otuyla hazır ettiği bir merhemi sürdü, 'Bütün bütün iyileşmesini beklemeyesin evladım, ömrünce kalacaktır izi, ne vakit şen bir kahkaka atsan, sızlayacaktır ama bir vakit sonra öğrenirsin elbet sen de bu yarayla yaşamayı, ölmemişsin, direnmişsin ya, öğrenirsin elbet" diye teselli etti. Meryem'in kollarında teselli arayan bir havarinin hikayesini de azık diye çantama koydu. Şimdi ne vakit sızlasa yaram, ne vakit uykularımdan pürtelaş uyandırsa ağrısı, o azıkla deva bulmaya çalışırım. Sen bunu hiç bilmezsin Derviş. Oysa bilseydin keşke,  kim bulabilmiş ki ihanetten, ferah bir gökyüzü, sen de bulasın Derviş..


Yıl 2017'ydi ve 'Ölürsem eğer başımu huzurdan müteşekkil bir uykuya yaslamadan, kırgın öleceğim bu dünyaya' diyordum. Dünyanın çok da umrundaymış gibi.


Mektupları lacivert bir kutunun içine koyup çatıya kaldırdım. Bir daha onları kim bulur kim okur bilmem. Didem Madak "Sana bu son mektubu /Artık senden mektup beklemediğimi söylemek için/yazıyorum Pollyanna/son şiirini yazmaya cesaret edememiş bir şair olarak"  demişti ölümüne yakın yazdığı bir şiirinde. Ben de cesaret alarak bu mısralardan "Artık yazmayacağım" dedim.

Sustum.

Madak'ın içinde kaybolduğu pardösüsünü çekip üstüme, sustum.


Fakat suskunluk çağımda hüküm sürerken yalnız varlığım, incir ağacının altında unutulmuş bir parşömene rast geldim. Benden evvel bu ağacın altında gölgelenmiş hatta huzurlu bir ikindi uykusu bile çekmiş bir adamın el yazısıyla şunlar yazıyordu

"Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi ? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." 

Birkaç kez art arda okudum. Soluklandım. Bir daha okudum. Sökün etti yaraların kabuğu, kanama başladı yeniden. İptidai bir tâbi gibi, yeniden, başladım yazmaya. Fakat müthiş bir endişeyle çekiliyor ellerim kalemden. 'Yaraların daha iyi olmamışken bu telaş sana iyi gelmeyecek' diyor içimden konuşup durduğum ve mütemadiyen sorularıma karşılık veren o yaşlı tabip. Ancak heveskar ve fayrap, kirli sakallı, dinç ve delişmen yaşamaklığın savaş meydanlarına tasasız bir başına çıkan adam, inatla ve ısrarla sürüyor ellerimi kelâma yeniden. Bunca yara aldın, artık seni haylamaz ne tufan ne de başkası, bak yılkı atları ufukta mora çalıyor, koş yetiş peşisıra diyor.

Yazmak sökün ediyor kolayca kaldırılan yaralarımdan, gözlerim, yılkı atlarının izini izliyor. Çünkü diyorum yeni bir gök yeniden, mavi ve ferah bir orman gibi yeniden, ihtimal dahilindeyse, varsın iflahım yettiğince koşayım, nasılsa artık daha fazla yer kalmadı göğsümde, yara alacak, hem nasılsa, yaşamak kısa.

Çünkü ömrümün en neftî yılı olarak kayıtlara geçen 2017, tamama ermek üzereyken, bir ses, bir davet, ufukta seraba benzer bir parıltı, çıktı geldi, hiç bilmediğim bir lisanla. Şimdi bu lisanı anlamak şevki, yaşamak gibi, anlam bulma şevki, yürüyor, ruhumun en karanlık yanlarına dahi ulaşarak, ilerliyor.

Eğer yeniden ölümle paslanmış bulacaksam sesimi eğer böyle hitâma erecekse bu şiir, diyorum, varsın böylesi olsun nihayetin.