29 Nisan 2012 Pazar

ıskartaya çekilmiş modern zamanlar forsası

her sabah, istisnasız her sabah, işe geç kalacağım telaşıyla uyanıyorum. Dakikaları un ufak edip ve küfürler savurarak çoğu şeylere, fütursuzca.

Yine uyanmıştım bir ton küfür birikintisiyle. Rastgele bir şeyler giyindim ve koşar adım metrobüse bindim. Bütün plastik el tutacaklarına sinmiş bir sabah mahmurluğu dolaşıyordu sıkışık hayatların arasında. Yenibosna durağına gelince bir balık istifcisinin elinden sökün etmiş yosun kokulu alık bakışlı solgun pullu balıklar gibi indim metrobüsten. Saatime baktım çok zamanım yoktu. 8:45 otobüsüne yetişmek için yorgun ciğerlerimi zorlayarak koşmaya başladım. ( bir döngüye hapsolmuş gri bir hamstera öykünerek hatta) Sabah ayazı usulca kendini baharın kollarına bırakıyordu. Üst geçitteki ev sandvici  yapan amca tezgahını toplamıştı o an iyice geç kaldığımı fark ettim daha da hızlandı bacaklarım.

Rüzgar saçlarımın arasından geçip ardımda kaybolurken ve el ayalarımda tuhaf bi sıcaklık hissederken varlığa dair ne varsa hepsi birden fluya döndü. Sanki bütün çizgiler çekip gitmiş geride sadece dağınık renkler kalmıştı. Ayaklarımın altındaki asfaltın git gide toprağa dönüştüğünü hissediyordum. Yumuşak bir yağmur kokusu doldu içime uzaklarda bir yerlerde bir deniz sesi vardı, duyuyordum. Kenetlenmiş dudaklarımda garip bir kıpırtı hissettim. Belli belirsiz bir tebessüm, kabuğunu kırmak için uğraşıyordu. Zihnimi yokladım. Hatırımda hiç bir şey yoktu.

Hiç bir şey.

İnsanlar, gülen yüzler, ağlayan yüzler, güzel kadınlar, çirkin adamlar, elleri beyaz anılar, yağmur akşamlar, cam kırığı hastane odaları, dudaklarımdan sızan kan, gece yarısı öksürük krizleri, yatağa hapsolmuş çocuk, uzak kar şehirleri, okul koridorları, ağlayan anneler, gece yarısı trenleri, sigara paketleri, kibrit kokusu, Beyoğlu, Attila İlhan, Ömer Haybo, otel odaları, Nina Simone, Orhan Veli, paraşütler, tek kullanımlık diş fırçaları, tek kullanımlık terlikler, nehir bitimindeki deniz feneri, gözlerimi karanlık bürümüş akşamlar, yumruk atılmış kırık kapılar, kırık kelimeler, sarhoş peçete şiirleri, yalgısızlık ağrısı, darbeler, savaşlar, cezaevleri, cinnet mustatili, selim ileri, ceviz limonu, tahinli kabak tatlısı, mavnadaki yorgun yüzler, siyah kaplı defterlerim, patlamış dolmakalemler, avucuma birikmiş kar taneleri, yağmur kaçağı, sarı sokak lambaları, yıkılmış parklar, kutulara sığışmış not kağıtları, erzurum tren garı, emevi camisi, lazkiye'deki o kayalık, köpük köpük dalgalar, kaybolmuş bir adamın ıslığı, bir gece yarısı intihar fikrini eşeleyen uyku hapları, karlı kayın ormanı, küçük ayasofya, sıcak çikolatalar, Sevmek zamanı, Garipçe,tiramisu, istiridye kabukları,Florya sahili...

hiç biri.
hiç bir şey.

Yalnızca süreksiz bir huzur. Süreksiz bir sekinet ve kaybolmanın dayanılmaz hazzı. O lanet otobüs durağına hiç varmasın istedim yolum hiç ulaşamayayım, sonsuz bir döngüyle hapsolayım bu muğlaklığa, bu sütlü muhallebi sıcaklığına.

ama olmadı.

Nefes nefese durağa vardım. Farklı işlere aynı duraktan giden çift, o asker emeklisine benzeyen ve istisnasız her sabah çatık kaşlarla Sözcü okuyan amca, konfeksiyonda çalışan uykusuz kız, elinde yarısı içilmiş su şişesiyle müzik dinleyen kahverengi yelekli ve ne iş yaptığını bir türlü kestiremediğim teyze, İstanbul'a yeni gelmişliğini tüm ürkekliğiyle dışa vuran işçi çocuk..yine. Sanki beni bekler gibi duruyorlardı durakta. Neredeyse 'Günaydın' diyecektim bir an duygusal davranıp. Ama hemen frenledim kendimi ve modern dünya umursamazlığıma büründüm yeniden, silerek yüzümden tebessümümü.

Sonra otobüs geldi ve bazı akbiller boş çıktı.



22 Nisan 2012 Pazar



Belli ki bir şeylerden bahsediyordu,hatta çok ciddi 'şeyler'den, televizyondaki adam.Ellerini bir türlü kontrol altına alamayan bir heyecan duyuyordu kalabalığa karşı konuşurken. Yüzü neredeyse kızarmıştı ve alnının ortasındaki damar gitgide belirginleşiyordu. Tickerlar savaşa yetişircesine akıyordu ekrandan. Kocaman harflerle 'bütün darbe zanlılarının serbest kalması gerektiği'ni yazıyorlardı. Ne tuhaf. Çünkü darbe yapmamışlarmış.. Bu düşünceler şimdi nereden sıkıştı beyin kıvrımlarıma sahi. Oysa burda buzlu kahve içip yağmurun dinmesini bekliyecektim bir müddet.Sonra bir müddet daha.Dünün gazetelerini karıştırıp biraz daha bekliyecektim bir şey bekler gibi fularımı düzelterek. Sonra bir buzlu kahve daha ve olabildiğince sigara.

Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum oysa. Uyandığımda buradaydım ve önümde bir koca bardak dolusu buzlu kahve duruyordu yarısı içilmiş. Bunları düşünecek vaktim yokmuş gibi geliyor bardaki adamı izlerken. Ama nereye yetişecektim ki. Okyanusun altında uyuyakalmışcasına ağırlaşmış omuzlarımda ani ve istemsiz bir titreme başladı. Galiba uyanıyordum.Televizyona baktım tekrardan, aynı adam aynı öfkeyle konuşmaya devam ediyordu.Sesi açık olsaydı belki biraz daha unutabilirdim kim olduğumu ama bu lanet müzik bu kıymık gibi batan şey içime bu üşümek..camdaki yansımama bakmaktan korkarak ayaklandım. Yağmur iyice artmıştı.(böyle zamanlarda yağmur hep iyice artar ve gök olabildiğince kararır) Beyaz kapıyı ayağımla ittirerek açtım ve aynaya bakmadan kafamı çeşmenin altına daldırdım.Beynimin içi buz gibi suyla dolmuştu. Hızlı bir bisikletin üstünde ellerimi iki yana açmış gözlerim kapalı giderken sonsuz bir kayıtsızlıkla mermer bir duvara çarpmış gibi yüzümü, ayıldım.

Beynimin içinde parçalanmış buz mavisi kablolar savrulmaya başladı toz zerrecikleri gibi. O anda bir plankton olmak istedim işte tam o anda bir plankton olmalıydım geceleri kıyıya vurmalıydım sessizce ve gülümsemeliydim. Bir anda çeşmenin altında süngere dönmüş beynimi kurtarıp aynaya,gözlerimin içine cam kırığı gibi bakmak istedim.

Lanet çeşme buna izin vermedi ve fena halde başımı çarptım çeşmeye. Elimi başımın arkasına dayadım kanamasından korkuyordum belki de beyin kanaması geçirecektim lanet bir tuvalet köşesinde beyin kanamasından ölebilirdim şu an ve bir plankton değildim. Vehmim ve öfkem tüm kontrolü kaybetmiş, kuduz bir köpek gibi lanetler okuyordum herşeye, iki elimle başımın arkasına bastırarak.Sanki böye yapınca hiç kan akmayacakmış gibi.Ölmekten deli gibi korkuyordum. Bütün hıncımı klozetten çıkarmak istedim o anda. Olabildiğince gerilip bir tekme savurmak geçti içimden.Aynaya baktım.Gözlerim öfkeli bir bufalonunkiyle aynıydı. Bacaklarım gitgide kasılıyordu. İçime tuhaf bir cesaret dolmuştu bacaklarımda hissedebiliyordum bunu.

Evet! Tek bir tekmeyle bu klozeti paramparça edebilirdim.Tıpkı Morpheus'un yaptığı gibi. Kung fu üstadlarının duruşuyla durdum seramik zeminin üstünde. Ayaklarım kaymamalıydı. Gözlerimi ayırmadan klozetten tam olarak nereye vuracağıma karar vermem gerekiyordu. Karar vermezsem bütün gücümü tek bir noktada birleştiremezdim ve bu da istediğim sonuca tek hamlede ulaşmamı engellerdi. Soluğumu tuttum.(böyle şeylerde nefesini tutmak çok önemlidir) Kalp atışlarımı beynimin içinde hissediyordum. Sağ bacağım iyice kasılmıştı.Patlamadan hemen önce bir el bombası nasıl soğuk durursa öyle kasılmıştı bacağım. Terlememiştim.Islaktım sadece.Dudağımın kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirecek gibi oluyordu.Her şey durmuştu.Damlayan musluk bile.


Araba savrulmadan önce, bir beton duvara büsbütün yapışmadan bir milisaniye önce, henüz frene basmaya bile karar vermemişken ve kazaya dair henüz hiç bir belirti yokken gökyüzünde incecik bir ses duyulur beş yaşında bir kızın çığlık çığlığa bir kabustan uyanmasına benzer bir ağıta öykünen incecik bir çığlık-la doldu kulaklarım. Giderek incelen ve uğultuya dönüşen bir ses.. Bir müddet sonra beynimi çağıldayan bir kuyunun gürültüsü istila etti. Her şeyi siyah yosunlar kaplamıştı. Bulanık bir gece yarısında kaybolmuş gibi hissediyordum kendimi. 


Sahi ne zamandır uyuyordum bu lanet masada hem bu buzlu kahveyi kim sipariş etmişti ki. Dayak yemiş gibiydim. Televizyonda bir adam bir şeylerden bahsediyordu. Kızarmış yüzünden ciddi bir şeyler konuştuğu belliydi. Ayağa kalkıp.  'Bu lanet müziği kapatmayacak mısınız içime bir şey batıyor!' diye bağırmak, küfür etmek, hatta ileri giderek bütün barı dağıtmak istiyordum. İşte o anda fark ettim onu! Lanet bacağım bembeyaz bir alçıyla kaplanmıştı. Dikkatle baktım üstünde tek bir imza vardı. 'S.'


ikibinonikinisanistanbul





16 Nisan 2012 Pazartesi


bazen bir şeyler çok saçma bir hal alıyor. Bazen bir hal bile alamıyor hiçbirşeysizleşmişliğim.


bazen canım çok sıkılıyor ve lanet mesainin saati bir türlü dolmak bilmiyor. Çoğusu içimde küçücük ufacık bi halta yaramayan kelimeler birikiyor kimseyi anlamıyorum buna en çok şahsım dahil ve çoğusu sorgulamaktan yoruluyorum.


Neden böyle oluyor ki sahi? sahi neden şimdi bu cümlelerin püsürlerini yazıyorum ki ve sahi öldüğümüzde nolucak bütün yağmurlar? yine basılmamış bir kar birikintisi var beynimin köşesinde bir yerinde ve bu beni çıldırtıyor. yalnızlık gibi mesela. çıldırtıyor. her neyse. bir yol nasıl bir şeyse ve gitmek olabilidiğince ardımsıra nasılsa..nasılsa anı izlerinden bir yol bulup kendimi bulma çabam her neyse.. şimdi durup bakınca anı iskeletlerine ve durmadan sigara içerek, 'hepsi ayrılık hepsi deniz sesi.'


Şimdi bu insanlar mesela..şimdi bu yağmur mesela.. taksi camından vurup duran alnımın ortasına..bir silahın içinden ansızın fırlamış bi cam kırığı gibi alnımın ortasına.bunalan bir şiir okudum biraz önce. kulaklarımdaki uğultu yalnızlık sınırını geçti. kaybolmuş gibi hissediyorum boşlukta. bu hoş geliyor, uğultu yükseldikçe yükseliyorum karanlığımda. yağmur asla durmayı düşünmüyor. sen beni tanımıyorsun ben seni tanımıyorum. yağmur, inleyen bir kurşun gibi uğultuyla yaklaşıyor ve vuruyor tam alnımın ortasına.


tüm bunlar için kusura bakma. hepsi kırbaç izlerinden anı demetleri yapmış bir forsanın yırtık bir terlik ayası kadarki fasaryası.

2 Nisan 2012 Pazartesi

takatim tükendi Luna. göz kapaklarımdan bir tür mavi mürekkep...
haberler, gelip geçen bir tren camından yüzüme vuran yağmur gibi ayaklarımın altından...

İnsanlar umarsızca öldürebiliyor mesela hem çocuğunu hem karısını. Nasıl oluyor öldürmek hem bir doğmamış çocuğu..
anıları olmuyor haberlerin hiç. Yalnızca istatistikler. hem takatim kalmadı daha fazla adli tıp sonuçlarına da. Bir böbrek ne kadar çeker hassas kantarda bilir misin..bilmesin kimse boşver. anlamsızlaşan kelimelerde hüzne dair bir şey vardı oysa, henüz kendi ailesinden beş kişiyi -ki biri doğmamış bir bebektir daha- pompalı tüfekle öldürdüğünü yazmadan önce henüz kelimeler vardı kan bulaşmadan önce parşömene,hüzne dair şiirler..

Boşver şimdi tüm bunları. Sigara içecek kadar mühlet var daha ajansa. Bana bir kelimeden söz aç mesela bir şarkıda geçsin tadı yağmura benzeyen bir şey olsun. 'Cennetin Çocukları'ndan konuşalım biraz mesela sonra susup bir müddet yağmuru dinleyelim boşver haberleri haberler varsa yoksa istatistik.

takatim kalmadı tüm bu fasaryalara. liberal teolojiden falan bahsediyor adam karşımda. durdurak bilmeden susuyorum oysa. durdurak bilmeden her şey duruyor durduğu gibi yaşamamak ağrısının kırışık bir düş görümünde.

 Pejmurde bir masanın ardından uzanıp bir sigara daha sonra..

Sonrasını kimse bilmiyor ki. Hem dur bir dakika. Sen? Sen kimdin unuttum yüzüne kar bulaşmış aynamın kırıklarına kusur bulma hepsi bir cinnet gecesine ait şiirlerin suçu. Hepsi onların...biz hala bekliyoruz oysa adli tıptan çıkacak sonuçları bir an önce ulaştırabilmek için taşra baskısına. taşra baskısı için önemlidir her daim kaç adet kurşun çekirdeği çıkarıldığı, göğüs kafesinden.yağmur yağsa şimdi şu karşıdan sıcak çikolata bile alırdım. ama kalmadı takatim.hem dizimde çocukluğumun izi var hiç göstermedim sana biliyor musun hem sen kimdin sahi ne çabuk unuttun istanbul'u..

boşver şimdi tüm bunları.sigara içecek kadar mühlet var daha...

üçnisanikibinonikistanbul