20 Ocak 2013 Pazar

Maaşın ilk günü ve çikolatalı kruvasan


Bugün maaşım yattı. Bilen bilir maaşın ilk günü muhteşemdir. Eğer maaşımın kuş kadar olduğunu zihnimden atabilmişsem hele o gün gökyüzü gibi aydınlık ve hafif olur.

Bu sabah da ‘Acaba yattı mı para?’ tedirginliği ile bankamatiğe doğru yollandım. Banka kartını yerine yerleştirip sakin görünmeye çalışarak şifremi girdim.

“...Lütfen Bekleyiniz...”

Tam tamına dört buçuk saniye bekledim. Ah o uzun o bitmek bilmez dört buçuk saniyeler… Kalbimin gürültüsü kendini kaybetmiş bir çığ gibi tüm bedenimi istilaya doğru hızla yol alıyordu ki bir anda muhteşem bir sessizlik çöktü caddeye.  Maaş yatmıştı!

Ancak buna sevinemedim. Bir demir lokmanın kursakta kalması gibi bir burukluk çöreklendi sessizliğime. Otuziki lira eksik yatmıştı maaşım. Tekrar kontrol ettim hesap özetini, evet tam tamına otuziki lira eksikti. Mesaiden düşmelerine imkan yoktu, kurallara büsbütün riayet ediyor, giriş-çıkışlarda yaka kartımı tam vaktinde basıyordum turnikeye. Acaba devletin verdiği altmışaltı liralık yardım kısmından mı düştü bu otuziki lira diye düşündüm. Olabilirdi. Çünkü bu aralar türlü dedikodular dönüyordu devlet ekonomisi ve memurlar hakkında. Emekliler ve işçiler de dahil bu dedikodulara.

Çocukluğumdan bu yana rakamlarla aram iyi olmadığından mütevellit şu ekonomik dedikodulara zihnimde bir türlü bir yer açamadım. Ama o otuziki liranın peşini tabiî ki bırakmayacağım. Pazartesi olsun hele bir, gidip konuşacağım o camlı odadaki gözlüklü, selamsız adamlarla. Elbet haberleri vardır otuziki liramın akıbetinden. Onların rakamlarla ilgili her şeyden haberi oluyor çünkü ve bütün işçiler, bir şekilde onlara gülümsüyor her gördükleri yerde.

İçimden yakası paramparça olmuş küfürler geçti. Öfkem kabardı bütün bir sisteme. Tüm çaresiz işçilerin yaptığı gibi hayalimde oturttum patronları karşıma ve onlara, kalplerini kıracak şekilde insanlık dersleri verdim. Acılarımızdan, farklarımızdan, ihtiyaçlarımızdan, sosyal haklarımızdan, insanı zevklerimizden, hayallerimizden de bahsettim. Bana hak verdiler pek tabii. Gururlandım kendimle.

Neden sonra fark ettim arkamdaki hanımefendinin bankamatik sırasını beklemekten haylice sıkıldığını ve bana duyurmak istercesine, sağ topuğu ile ritim tuttuğunu. Sahiden çok utandım. “Özür dilerim hanımefendi, gerçekten çok mahcubum sizi beklettiğim için ama inanın öfkeden kendimi kaybetmişim. Lanet şirket lanet otuziki liramı, hesapsız-kitapsız kesmiş. Söyleyin Allah aşkına siz olsanız siz de kendinizi okyanusun orta yerinde bir başınıza bulmuşsunuz gibi hissetmez misiniz?” demek istedim. Çünkü bir açıklamayı hak ediyordu. Merak etmiş olmalıydı beni bunca kederlendiren şeyin sebebini. Eminim yüzümden belli oluyordu hüznüm ve öfkem.

O anda söyleyebilseydim bunları belki de telafi edebilirdim beklemişliğini ama ani bir kararla, bir miktar paramı çekip, hanımefendiye hiçbir şey söylemeden oradan uzaklaştım. Belki de böyle olması en iyisi idi.

Biraz yürüyünce, içimde kabaran öfkemin yerini güneşli bir gökyüzü aldı. Hava gerçekten harikaydı bir kış sabahı için. Hele ki haberlerin kar alarmı aklıma gelince kıkır kıkır gülmek geldi içimden o haberleri yapan muhabirlere, editörlere. Hadi muhabir bir heyecan yapıyordu da haberi, editörü hiç mi düşünmüyordu, acaba doğru mu yanlış mı, bu haber iş yapar mı yapmaz mı, yalan çıkarsa itibarımız sarsılmaz mı diye? Yazık yazık, neresinden tutsan bayat, un kurabiyeleri gibi dağılıyor dünya.

Maaşımın yatmış olmasının verdiği rahatlıkla ellerimi cebime sokup, yüzümü güneşe verip bir müddet otobandan geçen araçları izledim. Bilirsiniz, insan cebinde parası olunca ne yapmak istediğini tam olarak kestiremiyor. Seçenekler bir anda onlarca oluyor ve mutlak birini seçmek gerekiyor. Fakat maksimum faydanın hangisinde olduğunu bulmak için biraz daha düşünmeye ihtiyacım vardı. Bunun için belediye otobüsüne atladım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Bir şeylere karar veremediğim zamanlarda kısa, uzun fark etmeksizin yola çıkmak iyi geliyor zihnime. En azından benim için öyle.

Birden aklıma bir fikir geldi ve “duracak” butonuna bastım aceleyle. Otomatik kapı açıldı. Basamakta durmadım, tecrübeliydim. Ellerim cebimde yürüdüm birkaç yüz metre. O rahat adamların yüzündeki cool ifadenin aynısı vardı yüzümde, bundan emindim. Kim görse onlar da emin olabilirdi. Tıpkı zengin bir adam gibiydi duruşum.

Otomatik döner kapılı, koyu ahşap döşemeli, insanı sütlü sıcak bir muhallebinin içinde uyukluyormuşçasına huzurun içine atan müziklerin çalındığı cafe’ye yavaş ve sakin adımlarla girdim. Buraya en az altı ayda bir geliyordum. Bu mekanda bir kural vardı. Mekanın müdavimi gibi görünmek şarttı ve mutlak surette yabancı gözlerle etrafa bakınmak yasaktı. Çünkü bu tam da bir görgüsüzlüktü. Ben de her seferinde bir beyefendi gibi davranıyordum ve hep aynı köşedeki aynı yeşil kadife koltuğa oturuyordum. Hem buradan bütün cafe’yi görebiliyor ve fularlı adamlarla yüksek topuklu kadınların Helenistik bir edayla birbirlerine hitaplarını, gülümsemelerini keyifle izleyebiliyordum.

Bugün de aynı koltuğuma oturdum. Ancak sabahın henüz erken saatleri olduğundan neredeyse boştu içerisi. Nereden baksan onbiri geçmişti saat ve bu benim gibi adamlar için öğlen demekti aslında. Ancak zenginler için henüz gün yeni başlıyordu. Aman Allahım ne büyük bir keyif!

Tüm kibarlığımla garson kızdan filtre kahve ve çikolatalı kruvasan istedim. İkisi masada yan yana gayet şık duruyordu. Nazikçe bıçakla kestim ve küçük lokmalarla yedim kruvasanımı. Hatta bir kısmını da yemeyip tabakta bıraktım. Hepsini bitirmek böyle yerlerde çok ayıp kaçar. Kahvemi de bitirdikten sonra hafifçe arkama yaslandım ve çalan müziğin naifliğine bıraktım kendimi. Bu sahiden muhteşem bir keyifti.

Ama n’apacağıma hala kara verebilmiş değilim.

Tüm bu anlattıklarımdan ve kahve ve müzik bittikten sonra cebimdeki defteri açtım ve bunları karaladım. Belki sinemaya gidip iki-üç filmi artarda izlerim. Çıkışta da bir waffle yedim mi değme keyfime. Bebek gibi uyurum. Ama şimdi şu kadife koltuğun ve ılık huzurun tadını biraz daha çıkartmak istiyorum.

ocakikibinonüçistanbul