29 Ocak 2011 Cumartesi

YALGISIZLIK AĞRISI

Herhangi? Herhangi’ye saplandım kaldım. Bir ölünün aortunu bulamayışla mı oldu bu olagelen hal ya da bir kar artığı kire bulanmış sakal izlerinin dipbucak köşesizliğinde miydi arayışımın anlamsızlığı?

Karartılı hüzünşen yağmurları böyle sevimsiz yüzçarpışlarla sevdiğimi kimseden duymadım. Hatta herhangi’den dahi.Ve “dahi” en uzak sarı dişli roman sayfasında dahi tanımadığımdı.

Bir bilgesizlik hükmüyle kahvecinin tabiriyle ancak ve ancak “öğrenci”. Öğretemediği ve örtemediği hatta öğrenemediği bir yeşil yaprak damarının çiğ bulaşmış jilet iziyle. Çünkü bir çakmak kadar kördü karanlığımız ve ölü fahişelere yalnızlığı anlatamamaya kadar yürüyordu kahkahalarımız.

Oysa zaman zaman göziçlerimizin ortasına kan oturuyordu ve talasemi ölümler düşlüyorduk çok dumanlı susuş içlerinde. Yal-‘dan yan-‘a geçiş arzularını biriktirmeliydik diye diye “-gibi” ölümsüzlükleri örnek alamıyorduk. Oysa ne çok güzel geliyor ecnebi harflerle yontulmuş masalarda adını adını,sanını ve göğünü bilmediğin kahveler içmek. Çünkü ecnebi harflerle yontulmuş garsonlarla gözgöze bir demli çay istemek pek bir ayıp kaçardı. Belki soğuk kuruyemişçi dükkanında bu istek çokça ali olabilirdi,hatta devleti kurtarırken dahi ama öyle olur olmaz ortalıkta bir soba kokusunu özlemek ve demli çay söylemek pek bir ayıp kaçardı sevgililiğe. Sevgililik ki,bir,’bir’lik elde etme çabasından ziyade –işmek ekinin yerine getirilme serüveninin mecburi istikametidir ve ikametgah adresinin her kemirilen ruj izi sonrası değişimidir bir başka siyah taksiyle. Ki heybetli olmaktan ziyade bir şairsizlik yağmurunun yüzüne dokunmasıdır taksinin aralanmış camından ve bilhassa geceyarısısonrası,bu evvel gidişememe sancısının ve didişme bitkinliğinin.

Herhangi’nin sonrasını düşünmek olmuyor. Seyr ü sefer diyor çokları bu Neptün bulanıklığına,büsbütün kandırmaca geliyor gözardıboşlukları. Bir ülser gecesine yal-‘ı “yalnızlık” ile tamamlayarak yollanmak kafi gibi geliyor çok zaman. Çünkü kefalet ödemek bir bana müşkül gelmiyor bir de saçım ve sakalım rulo olmuşken külbirikintisiyle,külbirikintisine. Yadsımaktan ziyade yatmayı yeğliyorum bir kabusun dehşet hazzına koşarayak sürüklenerek. Çünkü zaten dizyanlarımda iz suskunlukları haylice fazla ve hatta acıyacak bile demiyorum.

Ama fecri görmeden,kirpik uçsuzluğumla emzirdiğim karanlık,tükenmeden hemen önce,yal-‘ı “yalgısızlık” ile tamamlamak daha bir damar dolusu kan hükmünde ( yalgısızlık ki yalnızlığa sürülmüş yaşlı forsaların kırbaç yazgılarına hapsolmuş handikaptır) 

-Bir dakika! Dur şimdi burada. Sobayı tutuşturmamız lazım. Bak camlar buğu yapmaya başladı.

-Boşversene sobayı. Bak ne dedi adamın teki, “gülleri ne kadar yakından sularsan o kadar dikensiz olurmuş”

-Söylesene nerede ne zaman bir gül suladın da bu pek eskimiş pek bayağı romantizmi –ki sığ bir kayalığa vurmuştur bu saçmasalaklık- durup durup gevelersin! Ateşi ver soba sönmüş!

-Ne bekliyorsun ki geviş getiren hayvanların etine ağız suyu dökerken..

-         Bi b.k beklemiyorum lanet herif ısınmaya çalışıyorum sadece! Şurada şu ölü çay dolusu susamaz mısın?!

-Tamam.Susuyorum. Al ateşi. Yalnız bu siyasi mecmuayla tutuştur bari sobayı.

            Susmak,bir ölüye boylu boyunca biçilmiş en incisiz kaftan. Boyundan büyük gelmesine aldırış eden olmamalı. Ancak ahkam kesilir böyle susuşla bürünenlere. “Ölmek değildir ömrünün en feci işi/müşkül odur ki/ölmeden evvel ölür kişi” deyimlemeleri ancak bir baygın kavuna yaraşır. Çünkü susmayı yeğlememiştir kanlı canlı eni konu tamamlanmış bir şiir. Ki bu noktada “yazgısına boyun eğmek” en hovarda tabirdir. Ama yine de susuyorum. Öyle içli içli ete sulanırken gözlerin.

Hayır! Ağır geliyor! Susamıyorum.. gittikçe sarmalanıyor içimde rutubetli bir kapıya, bu divan şairsizliklerinin bir rahat ve çok yanı şaraba bulanmış “hilal kaşlı” sevgililer uğruna oturdukları divanın en yağlı kısmından hazır ettikleri “ışk”

-Bari bir şeker ver de kanayım,kandırayım,hatta bulut pembesi çokça pamuğa yalıtılmış,bir şekerimsi olursa en iyisi. En mendebur çocuk bile kandırılabilir bununla. Ki kanarım be dahi. Bakma sakalımın gözüme battığına. Daha dün bilyelerimi kaptırdım kum ağızlı bir oyunda pantolon askılı o çocuğa.

-Tutuşmuyor lanet soba! Piç ettin ısınmaya çalışmamızı. Çay söyle bari!

-Tamam. Söylerim. Ama sen de şunu söyle bana,bak kendimi sana anlatma çabam çayın demi kadar sahici ve bir iç bulanıklığı kadar berrak. Şimdi, şurada,şu sefil kahvede,tüm karıncalanmış kırık şekerler hatrına,söylesene -hem belki de en belli olacak yalan benimkisi ya- söylesene……

-Yaktım sonunda lanet sobayı! Üşüdüm lan adamakıllı. Şekeri uzatsana..

            Bir emperyal otel kadar ağız burukluğu susuyorum yeniden. Sahiden anlamıyormuş numarası yapıyor olamaz. İmkan yok buna. Öyleyse ben haddimden fazla mı susuyorum? Ya da haddimden fazla mı anlatıyorum? Evet evet! Haddimden çok fazla anlatıyorum..ve söyledikçe bu söyleyedurduğum kelimesizlikleri,bütün değersizliğini beş milyar kat daha arttırıyor. Ki beş rakamını neredeyse sevmem hiç! Yedi’yi seviyorum galiba. Ama ne önemi var ki?! Tabi ki de hiçbir önemi yok . Burada bunları anlatmamın ve dehşet derecede soğuk olmasının ve yağmurun önemi yok hatta hiçbir kıymeti yok..
-Bir dakika! Ne yani? Şimdi burada böyle oturmamın hiçbir kıymeti yok mu? Nasıl ya? Ben sahiden bu lanet soğukta ve lanet acı çayı içmemin pek bir kıymetli olduğunu düşünmüştüm. Yoksa düşünmemiş miydim? Tamam düşünmemiştim. Ama şimdi düşünüyorum. Tamam,doğru söylüyorsun,kandırmayacağım. Hiçbir kıymetim yok burada bunları söyleyip – bunlar ki pek bir amaçsız oysa benim için dehşet şekilde acıklı- midemi daha da leş hale getiren çayı içmemin ve ölü teknelerin ve soğuğun ve yağmurun..Dur ama! İşte tam burada. Bir şey söyleyeceğim. Hatta bir isim vereceğim. “S..” neyse söylemeyeceğim. Söyleyince o da kıymetsiz kalabilir. Öyleyse susacağım. Ama. Bu sefer..Bir saniye..ya da neyse..Hayır! Susamayacağım. Farkındayım..

-Neyin? Kendinin mi?!

- Hayır,değilim..

-Lanet mi?!

-Değil..

-Neyin farkındasın o zaman lanet çocuk! Hiçliğin mi?!

-Değil..

-Of! Ne o zaman söyle artık! Neyin farkındasın!

-Dur birdakika..

-Çay söyle o zaman..

- Bak burası,işte tam şu serçe parmağımın altı,çok acımıştı bir keresinde. Uzun uzun acısını çekmiştim yaz gecesi boylarınca. Ama kimseye inandırmamıştım biliyor musun denizde,tam bu serçe parmağımın altına,zıplayan bir balık çarptığını ve balığın kırmızı kanatları olduğunu. Sonra acıdığını da..inanmadılar zaten. Ama gerçekten acıdı. Hep orası acıdı. Hatta yaşlandığımda bile. Bak yine aynı yer,işte tam burası,kırıldı. Ben suçu balıkta buluyorum. Çünkü o balık,o zıplayan kırmızı kanatlı balık,bu serçe parmağımı bu kadar kırılgan yapmasaydı,yaşlanınca öyle kolay kırılmazdı belki de. Suçu kime atacağımı bilemiyorum bu sefer. Bak yine tam burası acıyor. Balık yüzünden. O balık çarptığı zaman çizgili şortum vardı üzerimde ve kırmızı çizgileri aynı balığın kanatları gibiydi. Ama bunu da söylemedim kimseye biliyor musun

-Bilmiyorum!

- İçimde sayıklayan,çok garip bir yerde,bir şarkı var,karanlıkta sakladığım,suskun hüzünleri deşeleyen hem de hiç dehşete düşmeden. Bak işte tam şu anda,kışın orta yerinde içime hazin bir akşam sokulduğunu söylemeliyim sonra yine ne kadar üzgün olduğumu sonra yine ne kadar üzgün olduğumu sonra yine ne kadar üzgün olduğumu…..

-Lanet konuşman daha ne kadar böyle devam edecek?!

-Tamam. Sobanın yanına gidiyorum.ısınmaya.

            Ellerim,hayli şahit hayli tanıklıksız hayli çirkin ve hayli beyaz bir el tutuşmasız ellerim hayli gizkapaklı hayli üşümekli hayli korkak önce  pervasızsa bir sıcak yüze koşan sonra birdenbire bir kitaba-herhangi- ulu orta dalan ellerim,hayli kırılgan hayli yakışıksız hayli yalgısız hayli kelime bazlı hüzünbaz hayli tren camı hayli kar kiri birikintili hayli yağmursuz hayli kedi yüzsüz ellerim, ısınıyor sobanın boğuk karanlığıyla. Kül tablası olmayan bir masaya olabildiğince sahiplenmeden ve bir o kadar bağır çağır ağlamak sustuğumu belli etmeden..


MFA-yirmidokuzocakikibinonbir-beyoğlu

8 Ocak 2011 Cumartesi

....

Göz içleriyle susuyorlar
gözlerini kaçırarak çocuklardan
birden bire bir kırmızı rus bisikleti
köşeyi dönüyor
düşüyor birden bire
kimse görmüyor
göz içleriyle susuyorlar

oysa boyundan büyük
bindiği bisiklet,çocuğun
oysa çocuktan büyük
dikiş izleri

dudağının kanını heceliyor defterde
defterde "Sus Çocuk Sus" yazıyor
birisi fişleri değiştirmiş
böyle değildi okumanın alfabesi
böyle bir şey değildi oyun oynamak
duvarları yosun tutmuş odada
nasıl bisiklet sürsün halbuki

göz içleriyle susuyorlar
koşar adım bisiklete bakıyorlar
"ama incinmesin kırmızısı!"
oysa çocuk ölü ağacın avcunda susuyor
/yazdığı fişlere sadık/
Ölü ağacın bildiklerini kimse bilmiyor!

beşocakikibinonbir/beyoğlu

....

Dokunma çocuğa
Bırak ağlasın
Pamuk şeker avuntularıyla
avuç içlerini dolduramazsın
İster gökyüzü gizle cebinde
ister kar uğultusu
çocuk ağladı bir kere
Dokunma
Bırak ağlasın
/çünkü/
dizinin kanadığını bir o biliyor
bir o biliyor
dikiş izlerinin altında olanı

beşocakikibinonbir/beyoğlu
çaycı kendi dükkanının önüne tükürüyor
şaşırıyorum alabildiğince gözlerim
halbuki şarkısı güzeldi,diline dolanan
"..hayde gidelum.."

Oysa pos bıyıklı adam
kediyi çokça seviyor
avcuna bile alıyor yüzünü
şaşırıyorum alabildiğince gözlerim

beşocakikibinonbir/beylerbeyi
Adam kalktı gitti
Kahveden bıkmış gibi
Selam etmedi geçerken önümden
Yalnız durdu/yağmura çıkmadan
cigarasını tutuşturmak için

Sorsam,neyin var
Yağmur çıkaracak cebinden
                             biliyorum
Sussam içerlememiş gibi
Devrilecek gözlerim kül kül
Sezai'nin avcuna
                              biliyorum

Adam kalktı gitti
Sustuğumu duymamış gibi
Yalnız durdu
biraz kapı önünde
Yağmura düşecek gibi

ondokuzmartikibindokuz/istanbul
Ne güzel uyuyorlar
uydularının koynunda
uydu mu uymadı mı / düşünmeden
örtüyorlar üzerlerine kumandalarını

sekizocakikibinonbir/beyoğlu

Üç Karanlık

Birini arıyorum
Birini aramak için önce baya aranıyorum
/arıyorun/
Kimse olmuyor yine
Halbuki masada dört sandalye var
Üçü haylice boş
Karanlık sürmüşler
ayakları sallanmasın diye boşlukta.

beşocakikibinonbir/beyoğlu
-1-

"Sağlığımıza" dedi Kadın. Kadeh havada asılı kaldı bir müddet.Telaşsız. Adam,bir uykudan uyanır gibi irkilerek kadına baktı. Gözlerini gördü kadının gözlerinde. İçinde bir yerlerde bir kuş tufana yenik düştü. İçi acıdı.

"Sağlığımıza" dedi Adam,elinin titremesini gizlemeye çalışarak. Havada asılı duran kadehe usulca dokundurdu,soğuk bardağı. Adam'ın boşta kalan eli,istemsizce cebini yokladı. Kadın'ın gözlerinde gözünü gördü. Gülümsedi, olanca kuvvetiyle. Ardından bir koca yudum indirdi ciğerine.

"Gözlerin doldu" dedi Kadın.
"Alkoldendir" dedi Adam.

Ud girdi sonra,ardından kanun. Adam sevindi içten içe. Konuşmasına gerek yoktu notalar varken. Hele şimdi hiç konuşma vakti değildi. Çünkü konuşursa, yağmur susacaktı ve ulu orta ölecekti kuşlar. Biliyordu. İyi ki notalar vardı,hem zaten çocuğu gibi severdi Kadın,notaları.
Birden bire Adam'a döndü Kadın,şarkının bittiği yerde.

"Alacağız o mavi arabayı değil mi? Bak bir sürü param birikti. Hem zaten söz vermiştin, beni o arabayla götürecektin kasabaya unuttum sanma" dedi gülerek.

Adam yavaşça elini cebinden çıkardı. Bir şey söyleyecek gibi oldu. Gülümsedi.

"Götüreceğim tabii ki" dedi. "Albatrosumu göstereceğim daha. Öyle güzel ki.. Ah nasıl özlemiştir şimdi beni. Boyaları haylice dökülmüştür ama, önce bakım yaparız biraz sonra ver elini deniz..Sana balık tutmasını da öğretirim. Ama öyle kolay bir şey sanma balık tutmayı. Zor iştir. Sabrını sınar insanın"

"Ben uyuya kalırım ama öyle saatlerce balık bekleyemem" dedi Kadın çocuksu bir nazla. O'nun bu çocuksuluğuna bayılıyordu Adam. Gülümsedi.

"Tamam tamam sen uyursan ben tutarım balıkları ama pişirmesi senden. Hatta uyumana ceza olarak salatayı da sen hazırlayacaksın" dedi Adam.

"Peki" dedi Kadın,sevinçle."Albatros'ta uyur muyuz?"

"Uyuruz tabi" dedi Adam. "Albatros hafif hafif sallanırken,uzanıp güverteye yıldızları izleriz uykuya dalasıya kadar. Yıldızlar pek muhteşem görünür orada. Bir de dolunay çıkarsa bahtımıza değme keyfimize"

Elmadan kocaman bir ısırık almış gibi gülümsedi Kadın. Adam da güldü Kadın'ın gözleriyle. Midesine jilet ucuyla sokulur gibi bir sancı saplandı. Daha da büyük gülümsedi Adam. Neredeyse kahkaha bile atacaktı ki şarkı başladı yeniden. İyi ki notalar vardı. Bir de eli cebine gidip gidip durmasaydı..

-2-

Bahar güneşi doluşuyodu beyaz duvarlara. Toz zerrecikleri ağır aksak esniyordu havada. Kadın, son kez bakar gibi baktı evine. Boş odalara. Bir vedanın hüznünden eser yoktu dudaklarında. Kapının önünde öylece durdu bir müddet. Gülümsedi. Neden sonra ceplerini yokladı. Ardından küçük valizine de göz attı. Tastamamdı her şey. Biriktirdiği bütün parası da orada duruyordu işte. Çıkabilirdi artık.

Bahçedeki erik ağcına çiçek yağmıştı. Nedense fark etmemişti daha önce. Bir gecede mi açtı acaba bütün bu çiçekler diye düşünmeden edemedi. Erik ağacının önünden geçerken ona da gülümsedi, bir tatlı vedadan arta kalmış umut gibi.

Yol boyu martılar eşlik etti şarkılarına. Vapurlar O'nun kadar neşeliydi bu sabah. Bu gök, bu yer, bu güneş, bu ışıl ışıl deniz..büsbütün sarıyordu ruhunu ve her bir şeye gülümsüyordu. Beyaz elbisesini giymişti Adam severdi beyazı. Kadın heycanlıydı. ama en çok Albatros'u görmek için sabırsızlanıyordu. Onun üstünde uyuyakalmayı,yıldızları izlemeyi,balık tutmayı..tüm bunları düşledikçe kalbi güvercin kalbi gibi titriyordu. Yepyeni bir hayat onu bekliyordu ve soluğunda endişeden eser yoktu. Bu muhteşem bir duyguydu. "Huzur böyle bir şey olsa gerek" diye mırıldandı. Yanında oturan yaşlı kadın ona garip garip baktı. O yine gülümsedi.

Koşar adım geçti dar sokaklardan. Küçük balkonlu o eski binanın önünde durdu. Başını yukarı kaldırıp Adam'ın penceresine baktı. Perdeler kapalıydı. Gülümsedi. Göğsüne soluğunu doldurup apartmana girdi. Dik merdivenleri o kadar hızlı çıkmıştı ki neredeyse kalbi duracaktı. Zile basmadan bir müddet nefesinin düzelmesini bekledi kapıda. Elbisesine bir kez daha baktı. Saçlarını düzeltti. Zile bastı. Hafifçe geri çekildi ve en güzel gülümsemesiyle kapının açılmasını beklemeye koyuldu.

-3-

Kapıyı açan olmadı
milyonlarca zile ve haykırışa rağmen
Kapıyı açan olmadı
Kadın'ın ellerinin kanamasına ve bahara rağmen
Kapıyı açan olmadı
Yalnız polis
üç ayrı kağıt verdi. Adam'ın cebinden çıkmış. Buruşuk.

  Mavi
      Sarı
        ve beyaz

Beyaz; Adam'aydı. Onlarca anlamsız kelimenin arasına bir şey sıkışıp kalmıştı,
"mide kanseri"

     Sarı; Başka bir yalnız'aydı. "ölü ağacın koynunda artık gülüyor çocuk" yazıyordu,satırların birinde

         Mavi; Albatros'u emanet ettiği Kadın'aydı ve mavinin son cümlesi yıllar yılı Kadın'ın tek zikri olmuştu;
                    "Ayrılık da sevdaya dahil
                      Çünkü ayrılanlar hala sevgili"

sekizocakikibinonbir - beyoğlu