24 Mayıs 2011 Salı

AUTOMNE VE MASALI

   Bembeyaz elleri var. O kadar beyaz ki dünya üzerinde günahın hiç var olmadığına inanabilirdiniz,ellerini görseydiniz. Ama saçları sadece siyah kadar siyahtı. Güneşte kahverengi bile diyebilirdiniz. Nihayetinde,çok az bir insan yüzünde rastlayabileceğiniz bir hüzün vardı gözlerinde. Babasını çok özlediğinden mi yoksa gizlediği bir şeyden dolayı mı böyleydi gözleri,bilemezdiniz.


                Annesiyle çok tartışırlardı. Kardeşleri dışarı çıkarken onlara boyun bağlarını takmayı hep unuturdu çünkü. Ama hava gerçekten soğuk olurdu. Kar yağarken değil de güneş varken daha da soğuk olurdu hava. Ama hep soğuk olurdu. Automne’nin en sevdiği şey ise kar yağarken cumbadaki küçük pencerenin önüne oturup kitap okumaktı. Bazen o kadar çok orada öylece otururdu ki onun varlığını unuturdunuz. Ahşap pencerenin önünde,tamamiyle oraya ait bir varlık olup-belki de bilerek- unuttururdu kendisini. Ne zaman ki gün ışığını yitirip yerini gaz lambasına bırakır o zaman anlardanızı hala orada olduğunu. Çünkü gaz lambasının ışığında gölgelerle oynardı. Beyaz,hatta bembeyaz,elleriyle öyle şekiller yapardı ki ahşapları dökülmeye yüz tutmuş kahverengi duvardan gerçekten bir canavarın çıkıp geleceğini zannederdiniz.


 Onu öyle görmeleydiniz. Küçük bir kız çocuğu gibi eğlenirdi. Aslında korkardı karanlıktan ve gölgelerden. Öyle korkardı ki milyonlarca mil koşmuş gibi nefes nefese kalırdı oturduğu yerde. Böyle çok korktuğu zamanlarda kardeşlerinin odasına giderdi.Sofada içmekle meşgul olan annesine duyurmadan,sessizce ahşap kaıpıyı açar /beş yaşında,kısa saçlı,hayli kısa saçlı ve elleri her daim kirli,fakat kocaman beyaz dişleri olan,çok kavgacı August/ile/ annesine ev işlerinde çokca yardım eden hatta pencereleri bile temizleyen aynı zamanda okulunda hep çok” başarılı olan,hatta zaman zaman Automne’nin kıskançlık hislerini ayaklandıran,Celine’in arasına yatardı. Hep yer yatağında yatarlardı. Automne o kırılgan nar çiçeği sesiyle,toz zerreciklerini dahi incitmekten çekinircesine, anlatmaya başlardı,kendini ne vakit hüznün koynunda bulsa düşlerine sıcacık sokulan ama çok vakit düş avuntusu dahi olamayan masalını..


“Zamanlar zamanlar evvelinde,Konstantinapol artık İstanbul ile anılır olmaya başladıktan sonra ve hala beyaz atlar kar kadar beyazken,elleri bembeyaz Limoncu bir kız varmış..


İstanbul’a fazla da uzak olmayan küçük bir köyde hasta annesiyle beraber yaşarmış. Arka bahçelerinde kırlangıçların oyun oynadığı limon ağaçları varmış. Her gün şehirde kurulan pazara limonlarını satmaya gidermiş. Pazarda,kendisi gibi köylerden gelen,çoğu kadın pazarcılar,meyveler,sebzeler,türlü türlü şifalı otlar, Osmanlı kızcağızlarının kanaviçeler üstüne işledikleri hikayeler..yani el emeği toprak nuru ne varsa satılırmış.


Limoncu Kız öyle pek kimseyle konuşmazmış. Sessizce limonlarını satar gün batmadan evine dönermiş. Ama arada bir de, yaşından çokça yaşamış aktar teyzenin yanına gider,onunla laflar,türlü ıtıtrları nazenin bileğinde denermiş. Kendisi çok istemese de Aktar Teyze her seferinde küçük şişeciklerde güzel kokular hediye edermiş. Ama o en çok filbahri kokusunu severmiş.


O vakitler şehirde sık sık eğlenceler düzenlenirmiş. En görkemlileri de sarayda hükümdarın verdiği ziyafetlermiş. Bu ziyafetlerde türlü türlü şairler dillerinin en ağdalı yanıyla şiirler söyler,şarkılarla gece fecre kavuşturulurmuş. Bütün saray ahalisi bu eğlencelerde zevk ü sefa ile mest olmuşken hükümdarın en küçük şehzadesini imse bu hal ile hatırlayamazdı bir türlü.


Çünkü Şehzade saray şenlerinden bir türlü keyif alamazmış. Ne vakit bir eğlence olacak olsa,sessizce atına biner ortalardan kaybolurmuş. Çok zamanlar atıyla Sarıyer sırtlarına kadar gider gün doğumunda geri dönermiş. Kelama bir dost arayınca da Pera’nın dar sokaklarında küçük bir meyhanesi olan Kirkor’a gidermiş. Hiç şarap içmezmiş ama sabahlara dek Kirkor’la dertleşirmiş. Kirkor içtikçe Şehzade sarhoş olurmuş Şehzade konuştukça Kirkor. Böyle uzayıp gidermiş geceler ve günler.


Yine bir gün Şehzade,gün ortasından başlayan eğlencelerden bunalıp şehri dolaşmaya koyulmuş. Kahvehanelerden,hanlardan,kayıkhanelerden geçip bir pazara varmış. Koyu kestane tüylü,sağ arka ayağında beyaz bir iz olan atından inmiş ve pazarda dolaşmaya başlamış. İnce ince işlenmiş kanaviçelere doğru yönelmiş ki ,tahta sandalyesinde,başı önde, bir söz söylese,hüzünlü gözlerinden denizlerin en beyaz incilerini sessizce akıtacak gibi duran Limoncu Kız’ı görmüş. Birden bire yüreğinin ortasına zehirli bir ok yemişcesine bir sızı hissetmiş. Nefesinin mengeneler arasında ezildiğini duyuyormuş.


Limoncu Kız’a doğru yürümüş. Tam önünde durmuş.Limoncu Kız onun geldiğini farketmemiş. “Bu limonların hepsini kaça verirsin?” demiş Şehzade. Limoncu Kız tam bir söz söyleyecekmiş ki Şehzade’yle göz göze gelmiş. Beyaz yanakları kanla dolmuş birden. İbrahim’i attıkları ateşten daha da büyük bir yangın düşmüş içine. Elleri terlemiş. Böyle bir şey daha önce hiç hissetmemişti ve sadece susabiliyordu. Öyle utanmış ki utancından gözlerini yerden kaldıramamış. Konuşmayı unutmuş gibi tek bir söz dahi çıkamamış dudaklarından. Şehzade de susmuş. Limoncu Kız’ı izliyormuş. Kaç vakit sonra bilmiyorum,Şehzade bir kese altın bırakmış Limoncu Kız’ın avcuna ve bütün limonları yüklenmiş. Atına atlamış. Limoncu Kız ancak o zaman bakabilmiş yeniden. Şehzade bir tebessüm edip yola düşmüş. Yolun sonu dört nala Kirkor..


Limoncu Kız güvercin kalbi gibi çarpan kalbine kapılıp uçarcasına koşmuş annesinin yanına. Itırcı Teyze’ye dahi uğramayı unutmuş. Şarkılar söyleyerek annesine yemeğini yedirmiş. Annesi anlamış bir hal olduğunu ama sadece tebessüm etmiş.


Bahçedeki en güzel limonları tek tek seçmiş. Mendiliyle tozlarını silmiş,onlarla konuşmuş,aşka ve bahara dair şiirler okumuş..gülmüş.. Sabah erkenden pazarın yolunu tutumuş. En güzel elbiseleriyle.. Pazarda kim limon almaya kalkışsa satıldı deyip kimseye vermiyormuş. O’nu bekliyormuş. O’na dair tek bildiği bir tatlı tebessüm,bir de yürek yangını.. Kimdi neyin nesiydi..bilmiyordu..bekliyordu.


Güneş ikindiye yaklaşırken,pazarın girişinde bir kalabalık belirmiş. Atlarıyla kapıkulu askerleri pazardan geçiyorlarmış. Sık sık olurdu bu. Hatta bazen alışveriş yapar pazarcıları haylice sevindirirlerimiş. Askerler Limoncu Kız’a yaklaşmaya başladığı vakit O’nun,askerlerin tam ortasında,beyaz lekeli atıyla gelmekte olduğunu görmüş. İlkin kalbini bir heyecan sarmış. Ayağa kalkmış. Fakat hemen sonra derin bir keder çöreklenmiş kalbinin üstüne. Tekrar oturmuş sandalyesine. Hüzünle limonlarını izliyormuş. Kapıkulu askerleri tam önünde durmuşlar. Şehzade atından inip ona yönelmiş. Limon tezgahının önünde durup Limoncu Kız’ tebessüm etmiş. Limoncu Kız görmemiş. Şehzade “ Limonların hepsi kaçadır kar ülkesinin sultanı” demiş. “Satıldı onlar beyim” demiş,sessizce. Şehzade ısrar etmiş.Limoncu Kız satmamış limonlarını. Şehzade çaresiz atlamış atına ve dört nala uzaklaşmış pazardan. Askerler ne olduğunu anlayamamışlar. Limoncu kız limonlarını orada bırakıp ağlaya ağlaya Itırcı Teyze’ye koşmuş..”


Masalın burasında Automne’nin de gözleri dolardı her seferinde ve bunu sadece August fark ederdi.Ama bir şey söylemezdi.


“Itırcı Teyze filbahri kokusundan sürmüş,dizine başını koymuş ve hala gözlerinden yaşlar süzülen Limoncu Kız’ın beyaz boynuna,yavaşça,ve sormuş ’Peki neden vermedin limonlarını benim güzel kızım bak ayağına kadar gelmiş delikanlı,bell ki sevmiş o da seni?’


“O” demiş Limoncu Kız,sesi titremiş. “Koskoca devletli,bense küçücük limoncu bir kızım.Gönlünü hoş eder benimle,şiirler okuyup umutlar verir bana..lakin nihayetinde hevesi geçer benden,türlü saray eğlencelerinde türlü cariyelere kapılır gider..”


Ve Itırcı Teyze filbahri kokulu kız uyuyuncaya kadar saçlarını okşamış..okşamış..              





O gece Şehzade de Beşiktaş sahilinde Barbaros Hayreddin’in türbesine yaslamış sırtını,gün doğumuna kadar türlü düşlerle ve kederlerle dolunayı izlemiş..Gün geldiğini haber edip gecenin lacivert etekleri toplanmaya başladığı vakit Şehzade bir anda doğrulmuş yattığı yerden. Gözleri çakmak çakmakmış. Barbaros Hayreddin’e bakıp gülümsemiş ve atına atladığı gibi tozun içinde kaybolmuş.


Limoncu Kız tam yedi gün ve gecedir böyle hüzün doluymuş. Pazara hiç gitmemiş.Limon bahçesine yüzünü dahi dahi dönmemiş. Yatağında uzanmış gökyüzünü izliyormuş. Arada bir beyaz yanaklarından yaşlar süzülüyormuş..Tam yedi sessiz gün ve yedi sessiz gecenin ardından avluyu yıkacak gibi şiddetli bir gürültü duymuş. Kulak vermiş korkuyla. Avlunun kapınnı yumrukluyormuş birileri. Belli ki acil bir şey olmuş.Limoncu Kız koşarak avluya çıkmış.Korku kalbini iyice sarmış. Karanlık bir ormandan kar altında geçer gibi titriyormuş.Cesaretini toplayıp kapıyı aralamış. Gözleri kocaman açılmış Limoncu Kız’ın. Kalbinin çarpıntısı bütün vücudunu esir almış. Güç bela “Hayırdır” diyebilmiş..


Kapının arkasındaki üç kapıkulu aslerinden önce olanı,kalın sesiyle “ Sizi götürmemiz gerekmektedir,emir böyledir.”


Limoncu Kız  “nereye” demeye dahi güç bulamamış. Sessizce binmiş at arabasına. Arabanın perdeleri sımsıkı kapalıymış. At arabası sallana sallana yollar geçmiş,Limoncu Kız arabanın içinde korkuyla bekliyormuş ne olacağını. En çok da annesini düşünüyormuş. At arabası yokuşlar tırmanmaya başlamış. Devamlı bir sağa bir sola dönüyormuş. Baştan ayağa korku içindeymiş. Araba durmuş nihayet. Asker kapıyı açmış. Tam ağlayarak haykıracakmış ki kapıkulu askerinin parmağıyla gösterdiği yere bakmış. Bir fırtınanın ortasında kalmış gibi başı dönmeye başlamış. O hep uzaktan gördüğü taştan kulenin kapısında Şehzade ona bakarak gülümsemekteymiş. Limoncu Kız ne yapacağını şaşırmış. Yalnız uzaklardan bir yerleden askerin sesini duymuş “Buyrun.Şehzademiz sizi beklemekte.”


Limoncu Kız ağır adımlarla Şehzade’ye doğru yürümeye başlamış. Bütün korkularını unutmuş hemen o anda,utanmaya başlamış.


Şehzade’nin yanına varmış. “Gel benimle kar ülkesinin sultanı” demiş Şehzade ve tahta,dar,yüksek ve devamlı dönen merdivenlerden yukarıya çıkmaya başlamış.Arkasından da Limoncu Kız..


Kulenin kubbeli salonuna varmışlar nihayet.Salonda,saçı sakalı fazlaca uzu,yuvarlak gözlüklü birisi karşılamış onları. Limoncu Kız tedirgin olmuş biraz. Gözlüklü adamın gösterdiği merdivenlerden çıkmışlar. Burası kulenin en üst balkonuymuş ve Limoncu Kız İstanbul’u hiç böyle görmemiş.Neredeyse kalbi duracakmış heyecandan. Üst balkonun orta yerinde bir balon varmış. Sakallı adam bir şeyler yapıyormuş başında. Limoncu Kız meraklı gözlerle onu izlemiş. Sonra Şehzade onun bu sepete benzeyen şeyin içine binmesini istemiş. Korkuyormuş Limoncu Kız.Ama binmiş yine de. Ardından Şehzade.. birden bire bir şey olmuş ve balon havalanmaya başlamış,şehzade gülüyormuş.


Sakallı adam da gülüp el sallıyormuş ama Limoncu Kız korkudan titriyormuş. Bir müddet sonra başını kaldırabilmiş. İstanbul’da gün batıyormuş. Havada durduklarını hissedebiliyormuş. Şehzade ise hiç bir şey yapmadan sadece uzaklara bakıyormuş. Sanki bir şey bekler gibi bir hali varmış. Limoncı Kız sessizce parmak ucundan tutmuş Şehzade’nin. Oturduğu yerden kalkmış. Ay doğmak üzereymiş. Şehzade Limoncu Kız’ın gözlerine bakmış.Gülmüş.Bir gök boşalır gibi birdenbire.Gülmüş. Sonra yavaşça Limoncu Kız’a yaklaşmış. “ Deniz bak” demiş.Limonu Kız ürkerek aşağı bakmış.Birden bire bir ağlamak boşalmış kahkahalarla,uçup gidecekmiş eğer Şehzade elinden tutmasaymış.


Denizin üstünde yüzlerce gemi


Gemilerin kucaklarında gökler dolusu ateş



Ve ateşin koynunda tek bir isim


   نور

......




Automne  ne zAman masalın sonuna gelse içi kıpır kıpır olurmuş. Sesi titrer uzun uzun yollar koşacak gibi nefes dolarmış ciğerine.Ama en çok filbahri kokusunu merak edermiş.

bi şey

Önce kimin canı yanmalı? Hegel'in mi Aristo'nun mu? İnan ki bilmiyorum. Bildiğim acıyı kendine misyon edinmiş demli bir çaya tavla pullarını batırıp batırıp yiyen üç beş midesi bulanığın bir şeyleri iç ettiği. Sahi ne işiniz var gecenin bir yarısını geçtikten sonra öyle uluortalıkta? Bir yarıdan başka bir yarıya geçerek bir maç kazanma ve hepsinden ziyade kaybettirme şevkini jölesaçlardan ortalığa saçmanın ne alemi var şimdi?
Durun bir dakika! Sadece bir dakika! Sonra ne halt yemeğe kalkışırsanız oraya düşün. Ama bir dakika bir düşün içinden geçmeyi deneseniz olmaz mı?
Bıkmadınız mı ölükemirgenleriyle nazenince örülmüş pek bir parıltılı modern çağ boyunbağlarınızdan? Bir gün bir deniz köpüğü yutma endişesi taşımadınız mı hiç?
Öyle ya. Şimdi gece.
Geceyi kaça bölebilirsiniz en fazla sahi? Sahi Zenon'un haklı olma ihtimali yok mu hiç? Mesela sorsak yürek içlerinde ıstıraplı bir hüznü eşit şekilde ceplerine pay etmiş çocuğa,size sonsuza yakınsayan bir geceden bahis açmaz mı? Hem madem ki bu pek yağ biriktirmiş,dişleri,yüzünden okunan fikirsizlikbocalayıtıcılarına göre "iyi" , göremediğimiz göreceliğin tam orta yerinde. Öyleyse gece ve gün ve fecr hatta, göreceliğin en gözönü kelime başlığında durmaz mı? Tabii önce bir iç ağrısı edinmek gerek bir yalnız yaşama umutsuzluğundan!
Önce kime kızmalı? Attila'ya mı yoksa Orhan Veli'ye mi? Bilemedim. En iyisi kızmamak. Peki ama durup durup hava raporu veren haber karanlıklarına kızmadan nasıl edeceğiz? Veya sigarayı bu kadar sevdiren şeye bir iç öfkesi beslememek nasıl olur?!
Ama şimdi gece. Şimdi uyumalılar. Onlar.
Onlar? Kim ki? Onlar ve ben mi var onlar ve biz mi? Hayır! Hiç biri yok. Kocaman bir bizyalnızlığı var sadece. Mesela düşünsenize bizi mahşerde. Öyle çıplak. Öyle çarpık. Öyle kan ter içinde içli içli değil öyle bildiğin feryat figan bağıran uluorta..bir düşünsenize, bu en sevdiğiniz çıplaklığın yaz akşamlarından sonra mahşerin orta yerine çırılçıplak düştüğümüzü fakat çırılçıplak dehşetlerimizden uçsuz bucaksız sonsuzluk dolusu insan evladının orta yerinde insanlardan kaçtığımızı.. O zaman hem "biz" hem de "yalnızlık" olmaz mı? Olur!
Hadi ellerinizi denize sokun ve suya bizyalnızlığından bahsedin. Bırakın şimdi sosyal toplumcu gerçekleri ya da liberalizmi,inan denizin umrunda dahi değil elleriniz bile.
Ama n'olur bir kez bir dakikacık bir düşün içinden geçip düşmediğimizi düşleyelim. Hem belki sahiden düşmeyiz o vakit..hadi kimsenin canını yakmayalım.

mfa-mayısikibinonbiristanbul- 

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Kar ve Kahve

"Kar yağıyor" diyor çaycı,"Havalar iyice soğudu." Bu sefer abartmıyor. Çünkü ağaçlar kırılıyor nazenin yerlerinden ve durmaksızın vuruyor camlara küçücük kar taneleri.
Bir eski kahvehanede,yeni moda sobanın sıcağında eski muhabbetler,yaşlı adamların kırışmış göz izlerinde..
"Ne işim var benim İstanbul'da,gidip zeytin işine girelim,aylık en az üç lira kazanırız,hem de yattığımız yerden" diyor,uzun boylu,haylice beyaz saçlı olan.Önünde yarısı çözülmüş haftasonu bulmacası ve okuma gözlüğü. Neden sonra gözüme ilişiyor,kahvenin ortasındaki kolonun ardında,tek başına ama gerçekten hiç bir şey yapmayan,haddinden fazla zayıf,yaşlı adam. Sakalları nereden baksan en az bir aylık ve kareli ceketinin kolları "aşınmak" kelimesinin anlamını fazlasıyla doldurmuş./Televizyonda magazin artıkları/.Biraz etrafa bakınıyor,bir şey arayan gözlerle. Kalkıp yan masadaki gazeteyi alıyor. Yavaşça ve topallayarak. Tekrar oturuyor yerine. Masayı boydan boya kaplayan,vişne çürüğü,kenarlarından mandalla tutturulmuş,yanık izleri fazlaca bir masa örtüsü. Rasgele açtığı gazeteden kendi duyacağı kadar sesli,ama sesli,bir şeyler okuyor.Okumayı yeni söken ürkek ilkokul çocukları gibi kekeliyor. /Televizyonda magazin artıkları-Yeni bir popçunun hayvan sevgisini irdeliyorlar.Bayağı bayağı irdeliyorlar yani/.
Kahvenin camına birisi vuruyor.Buğulanmış camı koluyla silmeye çalışarak "iki çay" diyor,dilsiz bir adamın elleriyle. Kar yağıyor.
Kahvede sigara içmek yasak. Halbuki o beyaz duvarlı,deri koltuklu ,kocaman tabloları olan restorantta içiyorlardı sigara ve kimse karışmıyordu. Hatta duvarda "Sigara içenlere 4207 sayılı kanun gereği idari para cezası uygulanacaktır" bile yazıyordu. Ceza,tam tamına altmışiki türk lirası. Ama herkes içiyordu orada.
Çaycı,demir kapıyı aralayarak dışarı çıkıyor. Elinde iki çay. Camın arkasındaki adamlara veriyor. Adamlar,hayli eski,kahverengi ceketli olan ve kalın bıyıklı,esmer,kirli sakalllı olan,işçi elleriyle,kar altında sigara içiyorlar. Omuzlarından belli üşüdükleri.
Kar ve rüzgar artıyor gitgide. Kolonun arkasında oturan adam,elinde gazetesi,okumayı unuttuğu,dalıp gidiyor kar'a. Gözlerinde çaresiz bir keder hüküm sürüyor. Çizgilerinden belli ellerinin. Çaycı,bir kavgayı anlatıyor,çok da heyecanlı olmayan bir sesle. Okuma gözlüğünü sallayarak,yaşlı ve sesi haylice bozulmuş bir adam,öksürüklerle,mahkeme sürecinin nasıl gelişeceğini anlatıyor. "İlk davaya sen git mutlaka.."diyor ve yine bir öksürük tutuyor. Tam o anda yan masada batak oynayan ve çok da yaşlı olmayan,kırk bilemedin kırk beş yaşlarında,ömründen fazla kelime cambazlığı yaptığı ayakkabılarından belli adam,kupa asını bir hışımla vuruyor masaya ve gülerek topluyor desteleri. /Televizyonda reklamlar-kırmızı,fiyakalı bir arabayla,uzun boylu bir manken,villasına yanaşıyor/.Kolonun arkasında,hayli eski ceketli,suskun adam,topallayarak kalkıyor oturduğu yerden.Kapıya yöneliyor.Çay ocağının yanında duran asker yeşili,telefon(bindokuzyüzlerden kalma) çalacak gibi oluyor.Çalmıyor.Hayli yavaş,hayli suskun,adam,kahvehaneden tam çıkacakken duraksıyor. Geri geliyor. Duvarda sırını fazlaca kaybetmiş aynada saçlarını düzeltiyor,ne kadar düzelmek denirse buna. Topallayarak çıkıyorkahveden.Önce ceplerini yokluyor. Sonra kayboluyor yokuşta adım adım. Ayakkabıları parlak adam,tam o sırada sinek valesini şiddetle masaya vuruyor,yine. Anlıyorsunuz koz olduğunu. Çaycı da çıkıyor kahveden. Kapının önünde yine bir sigara yakıyor. Sigarası Parliament. Sırtını kapıya dayayıp kar'ı izliyor.Rüzgar artıyor.


ikibinonbiristanbul

Anuşavan

Kar yağıyordu. Otogardan otobüsler yavaş yavaş kalkıyorlardı. Anuşavan bir sigara daha yaktı. Üşüyordu. Otobüsü geç gelecekti belli ki. Paltosuna biraz daha sokuldu. Üşüyordu. Otogarın çay ocağına ilişti gözleri.Televizyon izleyen erkekler vardı buğulu camın arkasında. Gitmek istemedi. Biraz daha dayanabilirdi soğuğa. Hem zaten rüzgar da dinmiş,kar,tanelerini iyice irileştirmişti. Tekrar sigara yaktı. Öncekini bitirmemişti henüz oysa. Parmak uçlarının soğuktan iyice koyulaştığını fark etti. Çok da aldırmadı. Aklına İstanbul geldi durup durduk yerde. Boğz'ı hiç özlememişti halbuki. Ama Sarıyer'deki o sahil kahvesinde, her öğlen aynı tahta masaya oturup uzun uzun denizi izleyen,arada bir koyu yeşil hırkasının cebinden çıkardığı kağıda bir şeyler karalayan ve çok demli çay içen,koyu kahve saçlı,gözleri yorgun kadını özlemişti birden bire. Kadın çok yağmurluydu ve yağmur çok uzaktı bu şehre şimdi. Bir gün onunla konuşacağına emindi. Biraz daha kalabilseydi. İk demli çay söyleyip sessizce yanına oturacaktı. Yağmur biraz daha artmış olacaktı. Bir müddet O'nu izledikten sonra "Nasılsın" diyecekti sadece.Belki beyaz ellerini dahi tutup,ısıtacaktı ruhunu. Belki sıcak bir tebessüm dolacaktı içine. Biraz daha kalabilseydi. "Belki bir gün" tümceleri dizildi sonra,ard arda..


Bir sigara daha yakmak istedi. Vazgeçti.Otobüsü gelmişti.Muavin,valizini aldı sıkılgan bir edayla. Yaptığı işi sevmiyordu belli ki. Papyonu hayli yabancı duruyordu boynunda. Zaten muavinler neden papyon takarlardı ki?


Anuşavan,koltuğuna oturduğunda çokça üşümüş olduğunu fark etti. Otobüsün içi gerçekten sıcaktı. Sıcakla beraber tatlı bir uyku çöktü gözlerine. Otobüs otogardan çıkarken çoktan başı cama düşmüştü.


......... .. .........


Büyük bir gürültüyle sıçradı koltuğundan. Yer kayıyordu sanki. Gökler bin yılın kar'ını bütün hıncıyla boşaltıyordu yer yüzüne. Telaşlı bir korku sardı bedenini. Ne olduğunu anlayamıyordu. Üst raflardan çantalar düşüyordu üzerine,çığlıklar,patlama sesleri kulağını tırmalıyordu.Devamlı dönüyordu.Bir anafora hapsolmuş gibi dönüyordu.
Hemen yanı başında bir  bomba patlamış gibi birden bire büyük bir çınlama kapladı ortalığı. Kendi sesini dahi duyamıyordu. Fakat patlama sesiyle beraber dönmesi de durmuştu. Neler olup bittiğini anlmaya çalışıyordu.
Otobüs bir yerleden aşağı düşmüştü galiba ve ters durmuştu. Yoksa şimdi yattığı yer otobüsün tavanı olamazdı. Neden sonra alnından boynuna doğru sızan sıcak kanı fark etti. Çıt çıkmıyordu ortalıkta. Kar dahi sesini yitirmişti. Yavaşça doğruldu yattığı yerden. Belinde ciddi bir ağrı hissetti. Ayağa kalkamıyordu. Arkalara doğru baktı. Tek bir hayat belirtisi yoktu. Sürünerek yarısı kara batmış pencere önüne geldi. Yumruğunu paltosunun içine saklayarak kırık cam parçacıklarını temizlemeye çalıştı. Beceremedi. Dışarı doğru sürünmeye koyuldu. Kırık camlar bir yerlerini kesiyordu. Hissediyordu. Ama tam olarak neresi olduğunu kestiremiyordu. Nihayet çıktı otobüsten. Kar'a sırt üstü uzandı. Yüzüne kar tanecikleri düşüyordu gökten. Tatlı bir soğukluk yayılıyordu yanaklarına. Kadın'ın o beyaz elleri geldi aklına birden bire. Canı deli gibi sigara içmek istiyordu.


mfa/ikibinonbiristanbul 

uğultu

sesimi unutuyorum birdenbire
kimse hatırlatmıyor sesimi
gözümü mıhlamış gibi kabzanın boş ıslığına
hatırlayamıyorum

bir gözün elleri olsaydı ve parmak uçlarıyla
anlatsaydı ölü bir ağacın duyduklarını
oysa korkup ölümden
"ağacın gövdesine sarılıyorum"

susmuş tüm kuşların ağıtsız göklerini anlat
anlat ki boğazıma takılmış kalmış
şu çocuğa biraz şeker vereyim
pamuk şekeri olursa en iyisi
sayıklıyorum

bir kedinin sesine karıştırıyorum sesimi
tutmuyor dokumuz
mızrak içlerinin paslı ciğerleriyle seviyorum yüzümü
kumarbaz balıkçıların suskunlukları doluşuyor
ellerim bir şeyi arıyor
gözlerime mil çekiyor ölü ağaçlar

ikibinonbirbeyoğlu