17 Aralık 2012 Pazartesi

Ihlamur ve Karşıyaka

@adnaninoğlu 'na 
Kalbimi kırıyor zaman. Zaman nasıl kırar bir kalbi diye sorma Dönüp izmire bakınca hepimiz anlayabilriz Karşıyaka'ya giden vapurun içinde bir yerlerde Attila İlhan'ın neden ağladığını. Belki de bir kar akşamında oturup demli bir çay içmeliyiz bir demlik hem de. soba filan da olmalı. Küçükayasofyaya götüreyim seni. Gidelim ama. Ama gidelim. Yeter ki gidelim. biri tutup kolumdan götürsün fırlatsın en uzağa en kar akşamına. ama soba şart. ve böyle bir akşamda sana bir film anlatayım septik duygularla gözlerim gözlerini ararken "ulan yine sigara yaktırdın bana" diye kızar gibi hayıflanırken, hayıflanırken bir büyük kent, onu yaşayamamışlığımızdan. 


Sana baksam, solan bir ışık gibi, bir daha hiç var olmayacak mumun yanıbaşında, vurulan bir ceylanın yavrusuna söylediği şarkıyı fısıldar gibi. Kar yağsa. Avuçlarımız ve tren rayları beyazlaşıncaya dek. Ve senin gerçekliğini hep sorgulasam içimden eğilip bir avuç toprak alsam yüzüme sürsem. Kavgaya tutuşur gibi.

Kurtaramasak kendimizi hep acıyan yanımı gizlerken yüzünden. Belki de böyle cümleler kurmamalı bir adam başka bir adama. Belki de mandalinalar ve limonlar hormonsuz zamanlardaki gibi güzel kokabilseydi hala, ihtiyaç kalmayacaktı bunların hiç birine. Ama kanser olmaktan korkan bir şiir var göğüs kafesimin altında. Ölü güvercin kafaları biriktirdiğim odanın hemen yanında. uzunca bir dehlizden geçip, gaz lambalarıyla aydınlatılmış toprak tüneller aşarak varılan bir odacık. Rutubetinden şişmiş tahta bir kapısı ve ardında ölü güvercin kafaları ve bir kırmızı bisiklet var. Yüksek gidonlu. Tıpkı rus filmlerinde olduğu gibi. Bana biraz tütün sar. O yetmez biraz daha. Ihlamurla karıştır ellerini ıhlamurla karışayım zamana bana bir uzak kent fısılda ve fırlat gidip kaybolayım. Zaman senin de kalbini kırıyor mu? Sahi sen gerçek misin? David Hume haklı olamaz mı? Çıldırtan bir evrenin düşüncesiyle kaç gece sorguladım senin gerçekliğini bilemezsin. Fotoğrafların olmasa belki de ölmezsin. Ama öleceğiz lan! Mezarımı bilmiyorum. Ama her neredeyse mezarım ihtimal o tahta kapı da oralarda bir yerlerde olacak. Senin mezarın nerede olacak çocuk? 

Anlatamıyorum. Keşke gösterebilsem. Aşikar edebilsem. Yatırıp tezgahın üzerine cesedi, çöp torbalarına dağıtmak için parçalamadan önce son kez yüzüne bakması gibi Katil'in öyle aşikar edebilsem, o şeyi, her ne ise işte onu. Kangrenli bir hücre gibi çoğalıp, sarıp tüm göğsümü, çürüyen bir elmaya imrendiren şeyi!

Şimdi gidiyorum ve zaman, kalbimi haddiyle kırıyor. İlk anı'ya dönmeye çalışıyorum, ilkine, canımızı yakan lacivert bir şey var orada, onu bulmaya çalışıyorum, kadınlarla değil kentlerle ve Babalarla ilgili bir şey bu. 

Tanrım burası çok un ufak Tanrım rahmet et kalbimize. Tanrım şimdi ben kimim?

6 Aralık 2012 Perşembe

Asansör ve Boşluk


Canı, hiç bir şey yapmak istemeyen adamların aynısıydı.

 Aynaya bakmak bazen iyidir asansörde iseniz.O küçücük yerde kimsesiz ve ölüme çok yakınsayan bir ipin ucunda olduğunu unutturmak için, aynalar hep iyi gelmiştir insanoğluna.

Çocuk sağa döndü ve merdivenlerden çıktı. Su sebilinden bir bardak su içti. Plastik bardağı ucuz çöp sepetine attı.  Çocuk çıktı gitti kocaman camlardan, sadece camlardan yapılmış binadan, asansöre binmeden, o ayrı mesele şimdi. 'Neredesin' diye fısıldadı.  Lirik şeylerden bahsetmek istemiyordu halbuki. Ağlak kelimelerden ve arabesk hikayelerden.. Ama yine de afili cümleler kurabilen her insana fena halde gıpta ediyordu. Hatta kıskanıyordu bile diyebiliriz, diyebilirdik eğer ölmeyecek olsaydı çocuk.

Hiç yazılmamış bir mektubun acısını içinde taşıyan kadınlar bilir bu şarkıyı. Bazı unutkan sabahları da. Sisli ve yağmurlu. Bak yine arabesk. Mitanni'de kahverengi tahta masaya doğrulmuşken tam da yine aynı kelime " arabesk."  Atlı karıncanın başı dönmüş masanın üstünde. Çikolatalı muzlu gözleme. Kapıdan çıkıp gitti sonra bir adam. Kuponlarla hayatı geçiştiren emeklilerin yüzündeki o ifadenin aynısı vardı yürüyüşünde. İki çay tek şeker. Ortadan kiye bölünmüş. Hiç bir kelime söylemeden ve dolanarak saçma film isimleri etrafında. Uzanıp bir kitap çekti. "İstiridye Kafalı Çocuğun Hazin Hikayesi" , bir soluk. Sonra tütün. O muhakkak lazım. Fesleğenlerin sokağa çıkabileceği bir mevsim de değilse hele.

Gri bir köy yolunun dingin sessizliğini alıp,sarıp sigara kağıdına hemen ardından yağmur ve koyu yeşil yapraklar. Sarımsı otlar uzak ovada. Kar yağar belki şubata doğru. Burası sis içinde daha güzel ve kesişmeyen yollarla.

Bütün bu, asansöre binememişlikte düşünülecek şeyler değildi bunlar. Düşünmedi de belki. Parası yetmediği için deri ceket alamamış ve gururundan suni deriye tenezzül etmemiş o tuhaf kibirle yürüdü caddeye doğru. Caddeye doğru hep yürünür zaten. Kumral Geveze geldi aklına eski bir araba geçerken. Kumral Geveze, naifliğini gizlemeye çalışan tüm babadan merhamet yoksunları gibi bir çocuktu. Sigara içişi tuhaf. Kadınlara karşı muhakkak başka bir yüz. Sahilde çok konuşkan. Ona da gitmek istemedi çocuk. Gidecek hiç bir yer, binilememiş bir asansör ve yarım paket sigara. Kafi. Şimdi gözlerini açıp kırmızı, uzun, devasa bir TIR'ın minicik bir bakkala nasıl daldığını, nasıl tarumar ettiğini gördüğünü unutmak istedi belki de. Yo hayır sosyal mesaj falan zırvalamıyor, sahiden gördü o TIR'ı ve bakkalı. Ben de gördüm.

Son ağladığı zamanı hatırlamak istiyordu. En sonuncusunu. Ne zamandı sahi ben bile hatırlamıyorum bak şimdi. Kar falan yağıyor olabilir miydi? Bilmiyor. Bilmiyorum. Sahile gidesim yok çocuk. Dudakları kurumuş bir geceye sarılıp yatmak kadar umutsuz halimiz seninle çocuk.

Şimdi bırak dedi çocuk, bu "arabesk" cümleleri. "Lirik" deyince daha havalı oluyor ama. 'Lirik' de öyleyse, asansöre binelim,  kaza yapan TIR'lardan ve ölen yeni evlilerden bahseden haberler yazmak için.


aralıkikibinonikistanbul



25 Kasım 2012 Pazar

İnsan ne iyi bazen ve bazen iyilik ancak kanserle birlikte gelen bir hal. 

Yahu nasıl şey şu yaşamak dedikleri? Hem içinde gibi zamanın büsbütün hem de büsbütün dışında ve nabzımız atıyor elimizle yokladığımız zaman. Dünya dönüyormuş. Kim inanırdı bir ritmin gök-kubbede durmaksızın hakimiyet kurduğuna. Bize söylemeseler kim inanır bize. Ah bu dünya dedikleri bir avuç ay çekirdeği. Tuzla kavrulmuş gecelerde zaman sayacı. Biraz tütün de cabası. Ah bu dünya dedikleri. Bir de kalbim varmış kalbimiz varmış içine toprak dolan ağzımızla birlikte. Bazen akşam olması işte böyle buralarda. Biraz su biraz kış hastalıkları ve kaşkol. Ne acıklı şimdi Ömer Seyfettinin Kaşağı'sındaki o kuşpalazına yakalanan çocuğu düşlemek, tam da dilimin ucuna gelmişken Beşiktaş - Üsküdar vapurları. Buralar böyle işte..


Sen nasılsın, hayat nasıl, toprak nasıl, ay çekirdekleri nasıl..


vesselam.

18 Kasım 2012 Pazar






artık geçti.  
pansumanlarla bezenmiş ay çiçeği tarlasından geçip 
ismini anlatıyorum kuşların yarasına.
iyi gelmiyor onlara sesim
kötüleşiyor gökyüzü ben anlattıkça.
tamam geçti. hadi kalkıp gidelim sahile, geçti
/yüzüme renkli masa örtüleri sermeyeceğim artık/
tamam çilek yemeyeceğiz birlikte hiçbir zaman, söz.
bir kentin ayağını tutturmak için arka cebimden şiirler çıkarıp
unutacağım kaç bardak çay içtiğimi tamam geçti
istiridyeleri ezdim, üzülmekle mükelleftim
çakmağımı, kaldığım yerin arasına koydum
kaybetmemek için kendimi ve zihnimde hala diri kalsın diye
ablamın yaptığı çikolatalı kurabiyeler. tamam geçti.
yalnız, sizin de hatırınızda değil değil mi bir fesleğenakşamı kokusu?
bir trende uyuklama düşü ne de güzeldi 
tamam geçti.özgürsünüz hepiniz. 
hadi! koşun incir ağacının gölgesine.


kasımikibinonikistanbul







9 Kasım 2012 Cuma

Yeryüzünde hörgücünü kaybetmiş dualar gibi şimdi bu fecirsiz uyanışlar
değildi böyle alfabeyi hıfz ederken kuş düşlerimiz
oysa umudu ıslak kanatlı kelebeklerle bir tutmak için ne erken
                                                                        erken mi sahi?
ama soydular bir portakalı ulu orta çekildi suyu nehrin
hadi kadınlar emzirsin toprağımızı
dağılsın çürük nar uykularımız

31 Ekim 2012 Çarşamba

tedavülden kalkınca yağmur ya da sonrası


Haberin yok, babam araba aldı
Şen çocuklar gibi sevindik, içimizden
Az yaksın diye tüp taktırdık
Devir tasarruf devri
Haberin yok, Florya sahiline minibüsle gidiyorum artık
İstiridyesi az bu sene kumsalın
Belki rüzgarları beklemeli

Zamanlar geçiyor
Yaşlandık galibalı cümlelerimiz çoğaldı
Tedavülden kaldırıldı mı kırmızı rus bisikletleri
Bir bulabilsem dönüvereceğim çocukluğuma
Bütün yaralarımı temize çekeceğim
Bir tren beklemeyeli yüz yıl geçti
Artık düzenli olarak mide hapları yutuyorum
Akşamlar birden geliyor
Beşiktaş-Üsküdar motorları ikircikleniyor
Eve gitmemek adına bahaneler buluyorum şiir kitaplarından
Maaşımla ay sonu bir türlü uyuşmuyor

Haberin yok, hiçbir şey bildiğin gibi değil artık
Aylık Akbil’e zam yapacaklarmış yine
Yağmur vakitlerde Ada’ya gidebilmenin ümidini taşıdığım göğsüm
Şimdi solgun ve hastalıklı ve maişet derdine düşmüş bir çocuğunkinden farksız
Rumeli Feneri’nin yolunu unutalı otuz yedi cumartesi geçti
Başımı kendi ellerimle denize çekip
Çekip fesleğenakşamüzerlerinin rayihasını göklerden

Elbet değildi düş, böyle
Ölümler eşit kıldığı saatlerde bizi
Kuzey ormanlarının soğuk, umutlarımızı tazeleyen nefesi
Diri tutuyordu sükutumuzu
Sonra bir şeyler oldu
Muhtevasında adım geçmeyen
Nehrin gürültüsü dindi
Çember tamamlandı
Sonrası,
Malumun.



ikibinonikiekim-florya





23 Ekim 2012 Salı

Zatürre ve Mevzuat


mevzuat değişti dediler
haberleri vermediler bu gece
özetlerle değiştirmişler yıldızları
üç kez üst üste kanuna inan dediler
üç kez üst üste bisikletten düştüm
bir poşet dolusu pirinç saçıldı asfalta
olacaklara boyun eğmemeyi planlamıştık
çocukların da ölebileceğinden habersiz
kuşlar zatürreye yakalandı
mevzuat değişti dediler
ışıkları kapatın






13 Ekim 2012 Cumartesi

Kalbim acıyor lan! diye bağırmadı. -diye bağırmalardan yorgundu. -diye sonlu cümlelerden.
Bir yolu vardı, dedi. Olmalıydı bir şey. Şey işte o şey her neyse işte o.
O, kalbin üstünde silik bir bulut gibi duran tedirgin boşluk mutlak bir yağmurla değiştirebilirdi adını.
Pek ala yol olmalıydı ora'ya çıkan. Bildiğimizden ötede bir yerde.
-diye bağırmadı. Belki de bağıramadı. Bağırmak büsbütün bir çözüm sunsaydı rıhtımda beklerdi elbet.
Elbet bir mezarlık bu kadar gürültülü gelmezdi o zaman.
O zaman bütün çaylar taze olurdu köşedeki çay ocağında
ve elbet bir kaç güvercin intiharından sonra vazgeçebilirlerdi uzak kentlere giden gemilere izin vermekten.

Ve olmadı gün battıktan sonra da bir şey.
Tahta bavullar tedavülden kaldırıldı alelacele
bir kaç işçi daha toprak altında veda etti kente
bir kaç ambulans daha huzursuzlandı
bir kaç polis daha şerit çekti sigara izmaritlerinin üzerine.


Sana anlatabilecek hikayelerim buncacık işte.
Ama bahsetmeyeceğim ellerimi taze toprağa gömdüğümde duyduğum şarkılardan, fecre yakın havalanan sığırcıklardan, erik ağacının çiçek açtığı sabahlarda göğsüme doluşan çocukluğumdan
çocuklardan. Onlara bakarken içimdeki kuyulardan nasıl su çekildiğinden, nasıl göğün orta yerinden ayrıldığından, 'gün batımında trene veda' cümlesinin dünyanın en hüzünlü kadınlarını neden çağrıştırdığından. Bahsetmeyeceğim.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Deniz

O beni tanımazdan evveldi, bir kaç satırlık tanımıştım onu. 'Bel kemiğine tehdit' bir taburede ölüme dair bir şeyler fısıldayan mide ağrılarıma aldırmadan çok demli çaylar içip sigara üstüne sigara yakarken tanımıştım onu. Yüzünü bilmiyordum. Yüzünü yüzümden aydınlık düşlüyordum. Düşmüştüm, dizlerim acıyordu. Ağır kanamalıydım, kimseyi çağırmıyordum. Karanlık, çok rutubetli, tahta kapılı boyasız odaya kilitlemiş kendimi duvardaki resme bakıyordum. Duvardan savaşlar, şiirler, cinler, şehirler ve el izleri akıyordu. Duvardan ilkgençliğim akıyordu. Aksini kaybetmiş tüm ölümlüler gibi yalnızca önüme bakarak yadsıyarak yaralarımı tütünler sarıyordum şiir kitaplarının arasına. Fal tutuyordum sıradaki ölümlere. Adımı unutmuştum. Adımı anan kim varsa unutturmuştum, bodrumda unutulmuş araba lastiklerinden farksızdım. Yalnızdım. O bilmez. Ben onun adını çok evvelden bilmiştim. Yüzüm hiç aydınlık değildi. Gözlerimi takas etmiştim bir kaç paket sigaraya. Sokak adlarını ezberliyor, ilk düşen yağmur damlasının peşisıra aksimi arıyor ve kaldırımlardan yürümüyordum.

Kitaplarım vardı bir de bir kaç yıllık kadife ceketim, adını ilk duyduğumda. Dedim ya yüzünü görmemiştim. İçimde hafakanlar birikmiş ve şöyle bağır çağır ana avrat sövememiştim uluortayalnızlığa. Ama adı, iyi gelmişti yaralarıma.

Sonra yürüyüp gittim. Bir vapurdan inip gider gibi. Dönmeyecekmiş gibi bir daha. Ardından bakan yokmuş gibi. Yoktu da gerçi. Olsaydı bilirdim. Olsaydı adım çağırırdı, duyardım, duyardık gökle beraber duyardık toprakla beraber, bir deniz olurdu uçsuz, vurmazlardı bir geyiği kalbinden, bilirdim. Yürüyüp gitmekle mükelleftim. Gelmekle yükümlüler de vardı. Unutmadım, gelmediler. Beklemedim desem şimdi çatlar bir nar orta yerinden.

Bu sabah biri geldi yanıma, elini uzattı, gülümsüyordu, tanıyamadım, ayıp olurdu tanımazlıktan gelmek. Sonra biri seslendi ona, 'Deniz' dedi, 'Buradayız', sesim konuştu içimden 'Deniz' dedim, 'Bak buradayım, sen bilmezsin.'





30 Eylül 2012 Pazar

Kalbi ezen bir pazar akşamı. Kıpırtsız, yağmursuz, uzak ormanlardan çağrılmış pus akşamlarla, yalnız.



Bırak gönlüm kırık kalsın biraz da, dedi adam.

Söyleyecek bir söz yoklandım; içimden bir şarkı geçti, bir şiir hatırladım, kış geldi, şehirler geçtim, otobüs camlarında buğu yaptım, kar yağdım, turuncu sokak lambaları gördüm, hastane odasında bekledim, mezara ölmüşü indirdim, canım cansıza dokundu, cansızlığımı bildim, kadınlar tanıdım, annemin ölümünden korktum, anneannemin haberini birden duydum, üç gün üç gece uyuyamadım, düş gördüm, turkuvaz balıkları okşadım, istiridye kabukları biriktirdim, onları hep kaybettim, çiçekler aldım kendime, kadınların adlarını hatırlayamadım, Before Sunrise'la Before Sunset'i art arda izledim, bir ikindi vakti İzmir'den bir daha geri dönmemek üzere ve kimseye ve sahiden hiç kimseye haber etmeden ayrıldım, tahta masanın üstüne dökülen susamları parmağımın ucuyla topladım, telefon kulübesinden birilerini aradım, konuşmadım, Beyoğlu'nda bir aşağı bir yukarı yürüdüm, durmadan sigara içtim, kallavi yemekler yedim, inşaatta ateş yakıp uyudum, dayak yedim, kavgadan kaçtım, silahın nasıl bir şey olduğunu sağ bacağımdan bildim, sarhoşları ve mutasavvıfları aynı vapurda gördüm, adadan döndüm, bir yıl annemi ve babamı aramadım, ailesel kavramlardan hiç bahsetmedim, akşamüzerleri göl kıyısında Orhan Veli okudum, biraz aşık oldum, çoğusunu unuttum, bakkaldan beş katlı 'Kames' top aldım ilk gün patlattım, bisikletten düştüm, ambulansla meskun mahale en uzak hastaneye kaldırıldım, geceleri odamda mum yaktım, günlüklerime abimden başka kimsenin adını yazmadım, yağmuru sevdim, arkadaşlarım oldu, bazılarına kardeşim gibi sarıldım, birdenbire kül oldu, deprem gecelerinde arabada uyudum, para karşılığında hamallık yaptım, üniversiteye gidecektim, skolyozum olduğunu çok sonra öğrendim, mide ağrılarımı hep sevdim..ve dedim, tüm bunlar, söylenecek bir söz bırakmış olmalı bir yerlerde, ölümcül baş ağrıları bulaşmadan hemen önce, desem dedim bir şey bu adama, merhem gibi bir şey.

Durdum. Yüzüne bakacak gibi döndüm. Bıçakla kesilmiş bir bileğin üstünden geçip giden rüzgar, gelip oturdu aramıza.

Hiç bir şey diyemedim.


26 Ağustos 2012 Pazar

Çocukluğumuzun geri dönülemez günleri

Akşamlıdır vakit.

Ne varsa kente ve umuda dair, bir bir tükendi. Sokak sokak bellediğim masallar, zihnime yuva yapmış şiirler, oturup içlendiğim filmler..ne varsa.

Artık çıkmıyorum istiklale. akşamlar gelip geçiyor. hengame mi işte her neyse, dur durak bilmiyor. Bir metrodan inip koşar adım biniyorum diğerine. Kimseye çarpmıyorum koşarken. Kimse tanımıyor. Kimseyle karşılaşmıyorum. Kimse olmuyor gittiğim adreslerde. Adımı söylemeyeli kaç zaman oldu hatırlamıyorum. Artık kartvizitlerimiz var. Dost kelimesini anımsamıyorum.

Galiba böyle oluyor yaşamak dedikleri. Bitti. Kalbim ağrımıyor artık. Baş ağrılarım geçti. Yalnız ülserim var yadigar geçmiş günlerden. Bitti. Bir kaç tanıdık yüzle oturup üst üste on iki bardak sade çay içip bir şeylerden bahis açtığımız, gün ortasında bir yerlerde rastgeldiğimiz günler bitti. Hep takıldığımız kahveler yok artık. Hadi sinemaya girelimler falan da.. Yaşamak bu mu olsa gerek? Mukadderat be ismail mukadderat. Gün batımlı bir pencerede omzuna ağladığımız zamanların üstünden kaç ışık yılı geçti hatırlamıyorum bile. Geleceğe dair tumturaklı cümleler falan hani okulun arkasındaki parkta kirli beyaz gömleklerimizle çok sigara içen çocuklar listesine adımızı yazdırır yazdırmaz..

Geçti be abi hepsi. Artık hiç bir şeyi anımsamıyorsunuz biliyorum. Kayıplarınız  kaybedecekleriniz, önemli imzalarınız, kadınlarınız ve merdivenleriniz var. Artık büyük bir mesele benzin zamları ve ticaret hacmi. Böyle olacağını hepimiz biliyorduk değil mi? Ama bir büyük yemin etmiş gibi ne güzel susuyorduk. Yavuz boynuma sarılıp ağlarken nasıl da masumduk be abi. Kar yağarken bir gece yarısı Tolga Hoca'nın dizi dibinde ısındığımız vakitler çok mu uzak be sahi? Ah be abi..Ah. Ne çok geçti vakitler. Şimdi  bomboş ceplerim. Hani o klişe hikaye vardı ya kıyıdan deniz yıldızını toplayan çocuğunki..Ya da cebine istiridyeleri dolduran.. her neyse işte.. Bitti.

Arda kalan anılarımız bile yok. Anılar, derdi Selim İleri. Anılar, varlığımızı yaşamak sınırında tutan şeylerdi onlar. Bitti. Gittiniz. Oysa ben ömrümde yazdığım ilk hikayeme hepinizin adını sığdırmaya çalışmıştım. O zamanlar Görkem'i tanımıyordum tabi. Ama yinede bir hayalim vardı, yıllar sonra Yeşilköy sahilinde bir gece yarısı hepberaber gülebiliriz demiştim. Kimse kimseye küsmez sanmıştım. Semih de olur Önder de demiştim. Güleriz demiştim. Ne çocukmuşum. Dağılan ve gittikçe uzaklaşan galaksiler gibiyiz. Bihaber. Harun vardı, canımın çok sıkkın olduğu bir gün beni Cennetin Krallığı filmine götürmüştü. Nasıl unutabilirim ki. Nasıl iyi gelmişti kalbime nasıl sevmiştim o çocuğu. Feyzullah vardı kalbimde. Herkes iyiydi o zamanlar. Yitirecek hiç bir şeyimiz yoktu. İyiydik. İyi ağlıyor iyi sigara içiyorduk. Çocuktuk. Kirli beyaz gömleklerimiz, doğru düzgün bağlanamamış mavi kravatlarımız vardı. Okuldan kaçıp kahkaha attığımız gecelerimiz vardı. Başımız sıkışsa Tolga Hocamız vardı. Var oğlu vardı. Bir vesileyle hepimiz aşıktık, geceleri uyku tutmuyordu hiç birimizi, oturup hayallerden bahsedebiliyorduk çocuktuk. Oyunlar oynuyor kavgalar ediyor kızların ismini anıyor sokaklarda sabahlıyor futboldan ve arabalardan bahsetmiyorduk. Tavla oynamıyorduk. Gece yarısı tesadüfen rastgeldiğimiz açık bir bakkaldan kaşar salam sandviç yaptırıyorduk, yurttan kaçıp gülüyorduk. Seviyorduk bir şeyleri ve birbirimizi. Çocuktuk. Kocaman hayallerimiz vardı. Kahverengi günlüğümün ardına adlarınızı yazıyordum, adlarınızı adımın yanına yazıyordum. Unutmucam diyordum. Son paramızı taksiye verip sahile iniyorduk.Kendimizi adamdan sayıyorduk, gömleklerimizin önünü açınca bize kimse bişi yapamaz sanıyorduk. Büyük savaşlardan ve ölümlerden haberimiz yoktu. Yeni yeni çıkan sakallarımızı kestirmeleri zulüm geliyordu.

Bitti. İnan ki. Hepsi. Çocukluğumuzun geri dönülemez günleri var artık. Artık hiç kimsenin hatırlamadığı.

Biraz daha dursaydınız halbuki n'olurdu. Biraz daha gülseydik. Biraz daha arabası olmasaydı kimsenin biraz daha karnımıza ağrılar girseydi biraz daha ağlasaydık biraz daha yurttan kaçıp sigara içseydik biraz daha sözler verseydik biraz daha uzasaydı geceler biraz daha unutmasaydık birbirimizi biraz daha barış hakim olsaydı çocuk kalplerimize biraz daha çocuk olsaydık size 'karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak' şiirini okusaydım. Ama bitti.


3 Ağustos 2012 Cuma

Ruberu ölmek isterken seninle bencileyin


Bir 'ah' kaldı kalbimde kahretmesin bir kalbe ve bir çift göze
bu kadar bağımsız bağlanıcağımı kimse söylememişti. 
Bunun böyle sonuçlar veremeyeceğini de. Tanrım nedir şimdi tüm bunlar 
bu bir türlü tükenmek bilmeyen kan dolu damarlarım.
sahi bir ara yalvarmadım değil, bir çift göze dair içime saplanıp kalmış tüm mızrakların belediye tarafından temizlenmesi için
ama gel gör ki zehirleme zahmetinde dahi bulunmadılar
işin aksi yağmur yağmıyor aylardır
Allah kahretsin birini seversin ve artık hiç bir şey eskisi gibi olmaz demişti adam 
adama kalbimle hak verdim o kış gününde
bir kış günü insan her şeye hak verebilir. 
bir kış günü ölmek, yaşamak için kafidir.


ıı.


bir yazbahar gecesinde sana şarkılar söyleyecektik beraber
yazlık bir kalenin üstünde, tarihi kalıntılara karşı
herhangi bir duyarlılık göstermeden
gösterecektik birbirimize ağrıyan yanlarımızı karanlıkta
ve tabii hiç birimiz buna inanamıyorduk değil mi
-oysa ben çocuk gibi..-
sen öyle bomboş bakarken yağmur altında ölen saçlarıma 
ve tuhaflaşmış,alışılagelmiş sakallarıma
ve tabii birimiz hariç değildi tüm bunlar ölürken
havaalanına karşı durmayacaktık mesela yanyana
kimse söylemedi mi havaalanları lanetlidir kuzum
ben sana rikkatle dalıyorum
bir öğrenci servisi dereye uçuyor içinde çocuklarla
ben sana mütemadiyen tütün sarıyorum
bilhassa geceleri
sen de içeceksin bir gün benimle 
umut ediyorum
yo hayır bir nina simone koy teybe
havamızı bulalım
vur eline sonra sahil yolunun 
//And changed my lonely nights that lucky day// fucking lucky days


ııı.


bu ve benzeri bir çok kelime geçiyorken şimdi hatırımdan
ipin ucunu zihnime bağlayamıyorum
hep o türlü olacak sanıyorum
birdenbire bir şimşek düşeceğim saçlarına
o ayaklarımı yoldan çıkaran parfümüne bulanacak ellerim
sonrası mey ve uçuşan kelebeklere dair mayınlı hikayeler
ama şimdi bütün ramazanlar yaz'a denk geliyor
günahlarımızı kışlıkların yanına koyduk
bir günah gibi
kalbimi senin yanına koydum
sen de dursan işte hemen uzanacağım kadar bir sigara paketi mesafesinde
ve artık içemediğim camel'dan 
şaşkın çocuklar gibi derinlemesine bir soluk çeksem
seni çeksem küflenmiş ciğerlerime
işte tam da böyle arabesk cümlelerle sana dair bahis açsam sana
sen dursan yancağızımda
tövbe eder gibi dursak huzurda, yan yana.


üçağustosikibinoniki/istanbul

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Misal


"güçlü bir el silkeledi beni sonra 
sanırım tanrının eliydi, 
sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan, 
çok şey geçmiş gibi başımdan 
ah dedim sonra, 
ah! "




ı.

Mesela böyle şarkılar olmasa
mesela sen hiç olmamış olsan
yani
yokun içinde varlık bulmuş olsan
ömrümden evvel
mesela kar yağarken New York'a, 
cüzdanımda sakladığım bir dal maltepeyi ateşlesem
bilindik küfürleri bir kenara koyup 
sana dair uzun cümleler kursam
mesela ben hiç yıldız parkına gitmemiş olsam
mesela bunca izden sonra
izlerimden seçip birini
en meşakkatlisini misal
ardısıra gitsem sonsuza dek
ama yok
illa bir kar sabahını özlemek var bahtımda
ve ilk dostum, ilk sığınağım, kucağına yıldırım oturmuş o katran ağacını da
çok da dert etmiyorum aslında
aslında hepsi bir tekrarın film arası
ama yine de bu
insanı sakat bırakan şarkılar olmadığı anlamına gelmez
hem sabahları pudra şekerli sade börek yemenin 
kırgın şeylere dair uzayıp giden bir yanı olmadığını kim iddia edebilir ki?

ıı.

Misal şimdi yağmur başlasa
olmaz ya olur da sen olmuş olsan
tahta bir oluktan karışıp yağmura 
tam düşecekken denize tutmuş olsam avcumda
tam okyanusa açılacakken büyük, lacivert bir gemi
tutmuş olsam avucundan
yoksul bir orkide gibi ve bembeyaz olsa sular 
avucumla beraber
mesela şimdi ölmekten hiç korkmasam
pera'da bir sabahçı kahvesinde 
mesela vitrinlerden yansıyan yüzümüz
birdenbire karışsa birbirine
bu şiirinin adını visal koysam
Doğu ekspresi Kars'a varmış olsa sabaha karşı
yataklı bir kompartmanda didem madak okuyan bir kadın olsa
kırmızı atkısıyla
şeker kokusu dolsa beyoğluna
mesela coney island'da bir başıma oturmuş ölümüne lucky strike patlatırken
mesela bir çocukla tanışsam, hala çizi'yle haylayf'ı birleştirip de yiyen
sıkıca sarılsam ona
ağır akan bir nehrin kıyısına varsam
siyah bir palto olsa üstümde
tıpkı konvansiyonel filmlerde olduğu gibi
ben öyle karizmatik izlerken suyu sen çıkıp gelsen yanıma
sussak inan ki sadece sussak
ölümsüzlüğün iksirini bulmuş yaşlı profesörün dağ başı sessizliği gibi, sussak
nehir akıp gitse önümüzden, devasa yayın balıkları geçse ömrümüzden
yayınları görür görmez semih kaplanoğlu'ndan bahis açsam
ve bir daha hiç susmasak. Öleceksiniz konuşmaktan, dese kediler
biz hiç susmasak
kelimeleri yeni öğrenmiş bir Amazon yerlisi gibi tedirgin
ve bir earl grey kadar huzurlu.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

bütün ölümler anne sütü kadar sahici şimdi

ve tuttu ellerinde suyu
sımsıkı bir keder gibi
ve tuttu kadınlar bütün yeminlerini
ve tuttu karnımdan bir kör bıçak
göğe doğru turkuvaz sesler yükseldi
ben ölmek istemedim

Berfu

hiç göstermediğim mısramdan girdi rüzgar
kül kül dağıtmak onun işiydi
çıngıraklı bir yalan üstüne iddiaya girdik
birinin ağzı mutlak katrana bulanacaktı
hepbirağızdansusmasak ne iyiydi
şimdi kaybolmuş bir tren gibi
kışa bıraktığım kül harfler

ve sen elbet ve yinede

anacaksın bir apandis gecesinde beni
bütün uykularım, sen de unuttuğum
ülser reçetelerinde asılı kalacak
siyaha bulanmış ebrular geçecek rüyalarından
uzunca bir turgut şiirinin son mısraına geleceğim
bir sır vereceğim hem sana hem bana
uzun ölümler ve memurlar üstüne
sonrası Allah kerim.
Allah hep kerim.


8 Temmuz 2012 Pazar

Limonlu dondurma



-Uzakta çok uzakta binlerce fersah uzaklıkta, pervaneli bir uçaktan boşluğa bıraktı kendini bir adam. Bu sefer paraşütünü açmak hiç içinden gelmiyordu. Hızlandıkça kaybolan sesler gibi kayboluyordu kalbinin içinde bir şeyler. Yüzüne vuran rüzgarı artık hissetmiyordu. Yere düşmüyordu. Buna emindi. Yer onun üstüne düşüyordu. Emindi.-



Beyaz ufak mermer bir masanın üstünde, ucunda kırmızı desenleri olan küçük bir peçetenin hemen yanında duruyordu elleri. Beyaz. Elleri de. Limonatanın içindeki buzlar iyice erimişti. Susuyordu. Ben de. Susuyordum. O an beraber yaptığımız tek şey korkmaktı. Korkuyorduk. Deli gibi, yalnızlıktan.


Peçetinin yanında duran ellerini yüzüne götürdü. Bir şeyleri gizlemek istiyordu kalabalıktan. İnsanlardan gizlemek için yapılan kadim bir gelenekti bu yüz kapama alışkanlığı. Yüzümüzü kapatınca her şey içimize akacaktı sanki. Utançlarımız, gözyaşlarımız, aşklarımız, sapkınlıklarımız...hepsi saklı kalacaktı sanki tenimizin ardında. En azından öyle olmasını ümit ediyorduk biz insanlar. Biz insanlar hep ümit ediyorduk.

Yüzünü kapattı elleriyle. Çenesi kapatamadı ama ve ben çenesinden anlayabiliyordum ağladığını. Tuhaftı, bir insanın çenesi, kırış kırış oluyordu, kıvrımların arasından hüzne dair bir şeyler geçiyordu, görünmez ve efsunlu. Çenesine büyülenmişcesine bakıyordum. Ağlıyordu. Emindim. Canım fena halde sigara içmek istiyordu. Yorgundum. Çantamda bir avuç kaju vardı. Hepsini bir anda ağzıma atmak geldi içimden. Çantaya baktım çok uzaktaydı. Ölüm kadar uzaktaydı. Sen, ölüm kadar uzaktaydın. Beyaz, küçük, mermer masanın üstüne düştü erimeyen son buz parçası. Parmağımla ezdim onu. Gözlerimi kaldıramıyordum yerden. Oysa bir kaç metre ötemde masmavi bir deniz uzanıyordu. Sesini duyuyordum martıların. Baygın bir yosun kokusu kıvrılmış uyukluyordu küçük,beyaz,mermer masanın üstünde. Biliyordum. Ama başımı kaldıramıyordum. Sanki kaldırırsam bütün bu an'ın efsunu yitecekti. Sakladığım ne kadar gerçek varsa, sigara dumanlarını siyaha bürüyerek özgür kalan küçük canavarlar gibi dökülecekti ortalığa, başımı kaldırırsam.

İnce bir hıçkırık sesiyle irkildim. Yüzünden indirmişti ellerini. Ucunda kırmızı desenleri olan küçük peçeteye sildi yanaklarını. Güneş gözlüğünü çıkarttı. Bütün veranda bembeyazdı. Güneş dolmuştu ahşap panjurlara. Ardına kadar açılmış pencerelerden bembeyaz bir fısıltı gibi doluyordu yaseminlerin rayihası saçlarımıza. Bana baktı. Kıpkırmızıydı gözleri. Susuyordu. Ben de. Susuyordum.

Üzerindeki, eski, sarı tişörtüyle yanımda beliriverdi garson çocuk. Ön dişlerinden biri yeni düşmüştü. Gülümsüyordu. Kocaman bir karanlık vardı dişinin yerinde ve gülümseyebiliyordu. 'Bişi ister misiniz abi' dedi. Her şeye rağmen gülümsedim ona. Dakikalarca. Öyle gülümsedim. Yitirilmiş bir ömür gibi, gülümsedim. 'Dondurma vereyim mi abi' dedi, tekrardan. 'Ver' dedim gülümseyerek. 'Limonlu olsun benimkisi' Yavaşca döndüm sonra, 'Sen de ister misin' dedim. Artık ağlamıyordu. Çenesinde kırış kırış bir hüzün yoktu. Ucunda kırmızı desenleri olan küçük peçete de elinde değildi. Ağlamıyordu artık. Gülümsedim, usulca ölen bir güvercin gibi. 'Benimki karamelli olsun' dedi, hava zerreciklerini incitmekten korkarcasına. Küçük, garson çocuk koşarak gitti mutfağa doğru. Beyaz sandaletleri ilişti gözüme, ardısıra. Gülümsedim, çocuk gibi. Hafifçe öne eğildim, 'Biliyor musun aynı benim de böyle sandaletlerim vardı çocukken' dedim. Gülümsedi. Günler sonra ilk defa gülümsedi. Güneşin altında uyuklayan beyaz,mermer masada. İçimden kuşlar kanatlandı rüzgarla beraber. Gülümsemişti. 'Olsun' dedim, 'OIsun, bak geçti bile, artık daha iyiyim' dedim. Cümlemin bitimine bir soluk kalmıştı ki o sıcak, yakıcı, zehir gibi tad doluştu ağzıma yeniden. Başım dönüyordu. Göğüs kafesimin içinde cenkler vardı duyuyordum. Ona baktım. Gülümsemesi usulca dağılıyordu. Usulca eriyordu dünya. Usulca kayboluyordu zamanlar, durduk yere intihara kalkışıyordu yaseminler. Gülümsemesi dağılıyordu. Nefesim daralmaya başlıyordu, hissediyordum. Nefesimi kaybediyordum. Sandalyemin ahşap tutacağını kavradım avucumla. Sımsıkı. Şimdi bunu istemiyordum. Şimdi olmaz diyordum. Gittikçe yükseliyordu göğsümde bir şey. Dağılıyordum. Daha da sıktım avucumu. Daha da dudaklarımı..Gözlerimi kapattım. Küçük çocuk geldi. Duyuyordum. Tutamadım soluğumu daha fazla. Öksürmeye başladım yeniden. Kıpkırmızı.



30 Haziran 2012 Cumartesi


Sevmek gibi başlıyor zaman. Sevmek gibi geliyor ölüm.

Bir gün bir habere çıkmıştık. Röportaj yapacağımız adamı bekliyorduk. Hazirandı. Sıcaktı. Terliyorduk. İstanbul olanca miskinliğiyle uyukluyordu çınarların gölgesinde. Emniyetin kantininden karton bardakta çay ve bisküvi alıp arkadaşların yanına oturmuştum. Yorgunduk. Telefonum çaldı. Telefonda titreyen bir ses. Konuşamıyor, sadece ağlıyordu...


Sonrası uzun yollar, toprak örtüşler , son dualar, usulca mezarlıktan ayrılmalar...


 Zaman zaman anneannem geliyor sabaha karşı odama. Nasılsın diyorum, tebessüm ediyor. Öldükten sonra çok gençleşmişsin anneanne diyecek oluyorum, uyanıyorum birdenbire. Bir gün gelicek ve haydi gir koluma artık beraberiz diyecek,anneannem. Biliyorum.

O öldüğünde 'tuhaf' olmuştum. Halisilasyonlar ve baş dönmeleri nasıl kovalarsa birbirini öyle 'tuhaf' işte. Köydeki evin avlusunda toplanmıştık hepimiz. Cenaze yıkama aracı gelmişti. Anneannemi annem yıkamıştı. Kefenleyip güzel kokular sürmüşler sonra. Sonra ben de girdim içeri. Ölmüş bir insanın yüzüyle yüz yüzeydim. Anneannem öyle yatıyordu. Sesi hala çınlayan bir fısıltı gibi hatrımda. 'Ah be evladım isteyince açmıyor ki kara toprak kucağını, bekliyoruz işte bekliyoruz' derdi. Dedemden ne vakit söz açsak gözleri dolardı.

Çocukluğumdan beri hep 90 yaşındaydı ve ben çocukluğumdan bu yana ölümle öyle yüz yüze gelmemiştim hiç, böylesi yakın böylesi iç yakıcı. Masum bir çocuk gibiydi çoğu zaman. Upuzun bir tespihi ve elinden hiç düşürmediği örgüsü vardı. O hep öyle o odada duracak, sanki hiç gitmeyecek gibiydi. Sanki hep bizim için dualar edecek, cebimize para sıkıştıracak, kapılarda bizi gözleyecek, akşam yemeğinde gizlice tatlı yiyecekti..


Eski bir bastonu vardı. Hatıra kaldı bize. Bir de o akşam yemeklerindeki şen ve utangaç kahkahaları..

Bugün anneannemin vefat yıl dönümü.. İnşallah huzurlusun oralarda.


Yine gel öyle sabaha karşı odama olur mu?

27 Haziran 2012 Çarşamba

İstanbul'dan çok uzaktaydım. Her yer griydi.



Geceleri sürekli kar yağıyordu. Şehrin bir tek caddesi vardı. Her gece kaldırımları buz tutuyordu. Yürüyemiyordum sokaklarda. Tedirgin adımlarla geçiyordum vitrinlerin önünden. Bir tane kitapçı vardı şehirde. Bir iş hanının üst katlarına tünemiş kafenin yanında. Sık sık oraya gider, boş rafların arasında tekrar tekrar aynı kitapları karıştırırdım. Bir astroloji kitabını bile karıştırmışlığım vardı, can sıkıntısından. Canım çok sıkılırdı ve kitap raflarının ardında hiç kimseyle karşılaşma ihtimalim yoktu. Tramisu yapan bir yer de yoktu. Büyük bardaklardan limonlu çay içerek çok dumanlı akşamlarda, susuyordum. Susmanın ne demek olduğunu biliyordum. Eski eşyalar satan bir dükkana rastgelmiştim bir seferinde. Ahşap bir gemi aldım Fatih'e vermek için. İçim ısınmıştı dükkana. Sonra yine gittim. Kapanmıştı. Soramadım da kimseye, n'oldu akıbeti diye, kimseyi tanımıyordum.


10 Haziran 2012 Pazar

yeşil ekşi elmalar namına

Filmlerden bir şeyler aşırarak çıkıyordu sokağa her seferinde. Yeşil bir elmayı da aşırmıştı bir keresinde kocaman cam bir kasenin en dibinden. Gözlerimle gördüm. Boğazında düğümlendi sonra ekşi bir tat. Ölümden korktu yeşil, ekşi bir elmaya bakarak. Ceplerinden deniz kabukları çıktı sonra, tüm ömrünce. Ömrünce öyle beyaz bir deniz kabuğu daha bulamadı oysa. Bir keresinde bir yelkenliye bindi. Gülümsedi. Kalbiyle beraber denizin ortasında. Sisler geçti saçlarının içinden. Oldum olası sevemedi saçlarını. Oldum olası kendini. Bir köye gidip yerleşme fikrini de. Şehir en iyisiydi. Şehir dediysem de, öyle tumturaklı bir şehir hani. Kocaman meydanlarda yeşil ekşi elmalardan kocaman ve sulu ısırıklar alarak ve ekşiterek daha fazla midesini. Sevdi, sever gibi bir kadını uçsuz mailikler kıyısında, çayı ve türk kahvesini de. Nihayetinde bir yaşil elma fidanı dikti ve hep filmlerden bir şeyler aşırarak yürüdü kıyılarda, o deniz kabuğunu bulabilmek adına.

Sevmek gibi başlıyor zaman. Sevmek gibi geliyor ölüm.


Zamana yukarıdan bakınca tek bir parça. Başı ve sonuyla birlikte. Dağılan ve toparlanan yanlarıyla.

Sevmek ve ölmek gibi geçiyor zaman.

Kırarak naif yanlarımızı ve inciterek hep daha fazlasıyla, hep daha fazlasıyla. Ada'ya yağmur yağıyor sonra. Sait Faik uyukladığı kayıktan usulca doğruluyor ufka doğru, sisler içinden bir kayıkçı geçiyor, ağına ıstakozlar doldurmuş gururla. Sait Faik gülümsüyor. Yangına veriyor şehrin orta yerindeki konağı küçük çocuklar. Oyun gibi geliyor yaşamak, her birimize. Birazdan akşam ezanı okunacak ve annelerimiz balkonlardan adımızla çağıracak akşam yemeğine, her birimizi. Kapıda çıkaracağız çoraplarımızı, hemen banyoya yollanacağız, annelerimizin kızmalarına çok da içerlemeden hatta aynadaki kirli halimize gülerek biraz da, durulanacağız sabun kokulu havlulara. Havluların ucunda iğne oyalı hatıralar takılacak gözümüze. Çocuğuz, anlamlandıramayacağız küçük, kırmızı iplerden örülmüş narin çiçekleri. Anlamlandıramayacağız bir gece yarısı birdenbire, sabun kokulu havluları bile almadan yanımıza, bir başka şehre taşınışları.

Sevememek gibi geçiyor çocuklar nehir kıyısından sevememek gibi büyüyorlar ve zift bulaşıyor küçük ellerine. Sevememek gibi geçiyor zaman.

Rüzgara vererek tüm çorak kalmış yanlarımızı ve isli bir yalnızlık içinde pejmürde şiirler öğreterek.


Büyüdükçe büyüyor kıpkırmızı bir balon. Ellerinden kaçıyor kocaman adamların. Büyüdükçe büyüyor başaklar. Gölün üstünden lacivert bir tren geçiyor. Birdenbire sönüyor ışıkları. Karanlıkta kaybolacak gibi ürküyor kıpkırmızı bir balon. Yükselmekten vazgeçiyor. Duruyor durduğu yerde. Boşlukta. Boşluğun içinden bir tırtıl düşüyor yere. Yedi buçuk adım sonra nehire düşüyor.

...

Şehirden, en şehirden, çıkıp attı kendini göl kıyısına. Parmak ucunda bir parça kan hala pıhtılaşmamıştı. Saçları gözünü kapatıyordu öne eğildiğinde. Nefesi yetmiyordu daha fazla koşmaya. Kan ter içinde soluyordu akşam rüzgarını. Akşam, hep canını yakmıştı. Durup durduk yerde, öyle sebepsiz, büsbütün bir akşam olması yeterdi, bir büyük göl dolusu ıstıraba sürüklenmeye. Durdu.Saçlarını çekti gözlerinin önünden. (bu hareket nasıl da havalı geliyordu eskiden) Nehir kızıla bürünmüştü ve sığırcıklar şaşkın şaşkın uçuyorlardı gün batımında. Dik durmaya çalıştı, ovaya doğru. Bir bahar akşamından beklenebilecek her şey mevcuttu dağların arasına hapsolmuş ovada. 

Avcundan kan damlamaya başladı yeniden. Bu sefer çimenlere. Aslında gün batmadan yetişebilseydi göl'e, Lila'yı bile görebilirdi belki...

Sır

Eskiden insanlar, kalbe ağır gelen ve bir türlü kelimelerin koynuna kendini bırakamayan sırlarını saklamak için yüksekçe bir dağa çıkıp bir ağaç bulurlarmış. Bu ağaca bir delik açar ve iç ağrılarını fısıldar ve sonra da deliği çamurla kapatırlarmış..












9 Haziran 2012 Cumartesi

tahinli kabak tatlısının aşırı acıklı hikayesi


hayır.
kırgın değilim kimseye.
hayır suçlu diil hiç kimse. kimse sorumlu diil bu sürüklenmiş halimden.

ne varsa ben yaptım kendime ne varsa ellerimle ve yüzümle. bir hayat nasıl alt üst edilebilirse öyle. hallaç pamuğu gibi ben savurdum kaderimi. Kendi ciğerlerimi ben acıttım böyle. Ben söktüm midemi bir gece yarısında neşterle. hayır.lütfen konuşmayın lütfen...rica ederim ne demek..yoo hayır tabiî ki gidebilirsiniz buyurunuz ben şu kapıdan atlayacağım birazdan şu kanyona lütfen rahatsız olmayın aslında.

Sigaraçaykahvesigaraçaykahvetahinlikabaktatlısısigaraçaykahvesigara

sonra o girdi kanyondan içeri. büyük kıpkırmızı bir kayanın üstünde küçük beyaz bir odada bekliyordum bir şeyi. yağmur yağmıyordu. o girdi kanyondan. önce beyaz bir gölgeydi sonra büyüyen bir karanlık. yalnız elleri, hiç günah işlememiş gibi sanki, beyaz.

kırmızı bir balığın sırtında ve karnında bıçak izlerimi temizliyordum onu gördüğümde. zaten sonra kapı açıldı. ben kanyona bıraktım kendimi. o hiç bırakmamıştı kendini. ben kendi kendimi..

Beyoğlunda bir sokaktan geçiyorum gece yarısında. Sokağın ortasında bir masa. üç kişi. susuyor. bıraksan gülecekler deli gibi. bırakmıyorsun. Ciğerim acıyor oksijenden. Diyorsun. Başım dönüyor. Şaraptan.

Kıpkırmızı toz içinde kalıyor kanyon. Beyaz bir tül ufuktan geçiyor. Atlar terliyor nehre doğru koşarken. Çorak ve kıpkırmızı bir çölün parmak ucunda bekliyorum. Aşağıdan gemiler geçiyor. Kar yağıyor beyaz yüksek duvarlı odalarda. Boyaları dökülüyor fotoğraflarımın. Geçmişime bulanmış çocuklar çıkıp çıkıp geliyor. Rüyalarımdan sen geçiyorsun Bembeyaz bir karanlık. Panik atak tutuyor tam o anda. Nefesimi ellerimle çıkarmaya çalışıyorum boğazımdan, bir fısıltı gibi dolaşıyor bütün kırmızı kanyonlarda yankısı.

Birdenbire uyanıyorum Pera Sinemasının 3.salonunda.Korkuyorum. Yeraltı diye bir film ikinci kez dönüyor perdede. Dostoyevski’yi anımsıyorum ilk gençlik yıllarıma uzanıp. Uzanmasam ne iyi. Hemencecik çocuklar,küçük olanlar, dişleri dökük olanlar uzanıyor ellerime. Uyumaya çalışıyorum. Canım deli gibi sigara içmek istiyor. Boş sinema koltuklarının arasından kırmızı bir rus bisikleti geçiyor. Boyundan büyük bisikleti sürmeye çalışıyor küçük bir çocuk, ağlayamayarak. 


13 Mayıs 2012 Pazar


İçim sıkılıyor bu siyah bulutlar altında. Bir cinayet ihbarını bekler gibi sarılıyorum tütüne. İçim sıkılıyor.

Bazıları anılarını deşerdi değil mi böyle sıkıntılı vakitlerde, onları bir hallaç pamuğu gibi anımsar, anlatır, gülerler değil mi bazıları..
Dönüp anılarımı kurcalamak bana göre değil, mutluluk aramak için. Mutlu insanlar görmedim değil. Gördüm galiba. Biraz bulanıklaşmış olsa da yüzleri ve sesleri, anımsıyor gibiyim.

Gözlerimi kapadığımda böyle vakitlerde, tuhaf bir galata akşamı beliriyor, belli belirsiz. Tuhaf diyorum çünkü hiç bir şeyi seçemiyorum. Gölgeler dolaşıyor akşamın ortasında. Taş sokaklardan iz bırakarak geçiyorlar ve hatta kocaman bir bardak dolusu nar suyu bile içiyorlar. Ben nerede olduğumu  anlayamıyorum bir türlü.-ben neredeyim ben neredeyim-

İnsanlar ölüyor. Duyuyorum kelimelerden. Havada asılmış bir adama ait ne varsa var. İçim sıkılıyor. Ellerimi kestim bir bardak kahvede. Bulutlar sanki hiç kıpırdamıyor.

İlk akşam gariptir. Son akşam da. Hangisinde daha çok karnının ağrıdığını bir türlü hesaplayamazsın.


10 Mayıs 2012 Perşembe

Quarklar ve Mutsuzluk


Mutsuzum Eleni. Haftalarca demlikte unutulmuş çay gibi yemyeşil çürüdü ciğerlerim, mutsuzluktan. Ve artık başaramıyorum yüzümü gizlemeyi arka cebimdeki çocukluk fotoğrafıma. Mutsuzum Eleni. Birdenbire ölmüş kaplumbağanın kalbiyle duruyorum mutsuzluğun avcunda. Sen duymuyorsun. Gece yarısında söktüler bütün pencereleri ve bir asker vardı yanlarında. Bembeyaz bir ışıkla oydular gözümü. Mutsuzum Eleni. Yaşamamak ağrısıyla donuk bir bakış arasında durmaksızın savruluyorum. Çatı katı yağmur seslerinden korkuyorum ve usulca ölüyorum Eleni. Işıkları açmayın. Birazdan martılar geçecek sahilden ve ben görmeyeceğim, yağmur bürüyecek sokakları tıklım tıkış, sıcacık kahveler içecekler mesud, oysa ben masmavi mutsuzum Eleni. Çektiğim bütün acıların en geç beş saniye içinde kendini imha etmesini istememden mi durup duruyor tüm şarapnel parçaları göğüs kafesimin iç çeperinde ve akciğerlerim yemyeşil ve mutsuzluk bir uzun, bitmek bilmeyen, döndükçe dönen bir uçurum kenarı virajı Eleni.

İç acılarını topluyordu bir adam beyoğlunda. Oysa ben dağıtıyorum mutsuzluklarımı, kuyruğu koptukca çoğalan kertenkeleler gibi çoğalıyor mutsuzluğum ben dağıttıkça ve sabahları gırtlağıma kadar kertenkele kuyruğu ile..

Ben beceremedim Eleni. İnsanları yüzümle mutlu etmeyi, yüzümden gülen insanlarla gülmeyi.

Önce mutsuz oldum. Sonra ardımsıra öldü şehirler. Pencere önü çiçekler ve ciğerlerim. Yağmur çürüdü şehir boyu mutsuzluklardan. ve ben beceremedim. Dikiş tutturamadım insanların gerçekliğinde. Hep bulanık kirli bir camın ardından hayata bakan çocukla kalakaldım puslu bir odada ben beceremedim mutlu etmeyi.Kimseyi ve kendimi. Balıklar öldü. Turuncu ve el ayası kadar olanlar en önce.

mutsuzum Eleni. İçimde çürüyen bir elmanın ıstırabı var.



Evrenin temel yasası: Bağlı olan her şey bir gün çözülür, atom altı parçacıklar bile.

7 Mayıs 2012 Pazartesi


-Kalbi erken yaşlanmış bu mutsuz adamı neden daha da üzüyorsunuz ki?

-İnsan, kendine güvenenlerin sayısının birdenbire epsilon seviyesinde olduğunu görür bazen.

-Oysa ben sanmıştım ki, yeterince hızlı koşarsam havalanabilirim..

ve bir gün, artık yazar olamayacağını, insanların bir daha sana güvenemeyeceğini ve uçabilmek için yeterli hızda koşamayacağını anlarsın. Bu tuhaf bir şey.

gözlerini kapatıp bir şeylerden bir şeyler umarak bir şeyler fısıldarsın
'gözlerimi kapadığımda öyle yalnızım ki'
bir ses böler sonra olgunlaşmamış bir nar'ı, 'kapatma o zaman'
ama nasıl dersin bunu böyle fevri

-bir akvaryum alsak kim bakacak ki ona sahi

sığ bir suda ölmek içler acısı mı sahi? bir adamı öldürdükten sonra, sonrası kolay gelirmiş. Kanlar içinde Cadillac'ın arkasında haykıran adam söylemişti. Ölmek nasıl şey ki?

Ben bir kere öldüm.
Siktir lan.

Nöronlarımın ağlayanları,gülenleri ve ipi kuşağına denk olanları vardır. Onları, zihnimin içinde onların yardımıyla canlandırmaya çalışırım çoğu zaman. Mekikle bağlantasını bir elim kaza sonucu kaybetmiş ve uzay boşluğunda savrulan umutsuz astronotlar gibi görünüyorlar her seferinde. Ama bunlar biraz daha turkuvazımsı.

-Yoldan geçen bir adamla değiştirmiştim yüzümü bir keresinde. Adamı bulmak nasip olmadı bir daha.

- Namlunun ucu sıcacık. Buruk bir barut kokusu doluşuyor mideme.





29 Nisan 2012 Pazar

ıskartaya çekilmiş modern zamanlar forsası

her sabah, istisnasız her sabah, işe geç kalacağım telaşıyla uyanıyorum. Dakikaları un ufak edip ve küfürler savurarak çoğu şeylere, fütursuzca.

Yine uyanmıştım bir ton küfür birikintisiyle. Rastgele bir şeyler giyindim ve koşar adım metrobüse bindim. Bütün plastik el tutacaklarına sinmiş bir sabah mahmurluğu dolaşıyordu sıkışık hayatların arasında. Yenibosna durağına gelince bir balık istifcisinin elinden sökün etmiş yosun kokulu alık bakışlı solgun pullu balıklar gibi indim metrobüsten. Saatime baktım çok zamanım yoktu. 8:45 otobüsüne yetişmek için yorgun ciğerlerimi zorlayarak koşmaya başladım. ( bir döngüye hapsolmuş gri bir hamstera öykünerek hatta) Sabah ayazı usulca kendini baharın kollarına bırakıyordu. Üst geçitteki ev sandvici  yapan amca tezgahını toplamıştı o an iyice geç kaldığımı fark ettim daha da hızlandı bacaklarım.

Rüzgar saçlarımın arasından geçip ardımda kaybolurken ve el ayalarımda tuhaf bi sıcaklık hissederken varlığa dair ne varsa hepsi birden fluya döndü. Sanki bütün çizgiler çekip gitmiş geride sadece dağınık renkler kalmıştı. Ayaklarımın altındaki asfaltın git gide toprağa dönüştüğünü hissediyordum. Yumuşak bir yağmur kokusu doldu içime uzaklarda bir yerlerde bir deniz sesi vardı, duyuyordum. Kenetlenmiş dudaklarımda garip bir kıpırtı hissettim. Belli belirsiz bir tebessüm, kabuğunu kırmak için uğraşıyordu. Zihnimi yokladım. Hatırımda hiç bir şey yoktu.

Hiç bir şey.

İnsanlar, gülen yüzler, ağlayan yüzler, güzel kadınlar, çirkin adamlar, elleri beyaz anılar, yağmur akşamlar, cam kırığı hastane odaları, dudaklarımdan sızan kan, gece yarısı öksürük krizleri, yatağa hapsolmuş çocuk, uzak kar şehirleri, okul koridorları, ağlayan anneler, gece yarısı trenleri, sigara paketleri, kibrit kokusu, Beyoğlu, Attila İlhan, Ömer Haybo, otel odaları, Nina Simone, Orhan Veli, paraşütler, tek kullanımlık diş fırçaları, tek kullanımlık terlikler, nehir bitimindeki deniz feneri, gözlerimi karanlık bürümüş akşamlar, yumruk atılmış kırık kapılar, kırık kelimeler, sarhoş peçete şiirleri, yalgısızlık ağrısı, darbeler, savaşlar, cezaevleri, cinnet mustatili, selim ileri, ceviz limonu, tahinli kabak tatlısı, mavnadaki yorgun yüzler, siyah kaplı defterlerim, patlamış dolmakalemler, avucuma birikmiş kar taneleri, yağmur kaçağı, sarı sokak lambaları, yıkılmış parklar, kutulara sığışmış not kağıtları, erzurum tren garı, emevi camisi, lazkiye'deki o kayalık, köpük köpük dalgalar, kaybolmuş bir adamın ıslığı, bir gece yarısı intihar fikrini eşeleyen uyku hapları, karlı kayın ormanı, küçük ayasofya, sıcak çikolatalar, Sevmek zamanı, Garipçe,tiramisu, istiridye kabukları,Florya sahili...

hiç biri.
hiç bir şey.

Yalnızca süreksiz bir huzur. Süreksiz bir sekinet ve kaybolmanın dayanılmaz hazzı. O lanet otobüs durağına hiç varmasın istedim yolum hiç ulaşamayayım, sonsuz bir döngüyle hapsolayım bu muğlaklığa, bu sütlü muhallebi sıcaklığına.

ama olmadı.

Nefes nefese durağa vardım. Farklı işlere aynı duraktan giden çift, o asker emeklisine benzeyen ve istisnasız her sabah çatık kaşlarla Sözcü okuyan amca, konfeksiyonda çalışan uykusuz kız, elinde yarısı içilmiş su şişesiyle müzik dinleyen kahverengi yelekli ve ne iş yaptığını bir türlü kestiremediğim teyze, İstanbul'a yeni gelmişliğini tüm ürkekliğiyle dışa vuran işçi çocuk..yine. Sanki beni bekler gibi duruyorlardı durakta. Neredeyse 'Günaydın' diyecektim bir an duygusal davranıp. Ama hemen frenledim kendimi ve modern dünya umursamazlığıma büründüm yeniden, silerek yüzümden tebessümümü.

Sonra otobüs geldi ve bazı akbiller boş çıktı.



22 Nisan 2012 Pazar



Belli ki bir şeylerden bahsediyordu,hatta çok ciddi 'şeyler'den, televizyondaki adam.Ellerini bir türlü kontrol altına alamayan bir heyecan duyuyordu kalabalığa karşı konuşurken. Yüzü neredeyse kızarmıştı ve alnının ortasındaki damar gitgide belirginleşiyordu. Tickerlar savaşa yetişircesine akıyordu ekrandan. Kocaman harflerle 'bütün darbe zanlılarının serbest kalması gerektiği'ni yazıyorlardı. Ne tuhaf. Çünkü darbe yapmamışlarmış.. Bu düşünceler şimdi nereden sıkıştı beyin kıvrımlarıma sahi. Oysa burda buzlu kahve içip yağmurun dinmesini bekliyecektim bir müddet.Sonra bir müddet daha.Dünün gazetelerini karıştırıp biraz daha bekliyecektim bir şey bekler gibi fularımı düzelterek. Sonra bir buzlu kahve daha ve olabildiğince sigara.

Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum oysa. Uyandığımda buradaydım ve önümde bir koca bardak dolusu buzlu kahve duruyordu yarısı içilmiş. Bunları düşünecek vaktim yokmuş gibi geliyor bardaki adamı izlerken. Ama nereye yetişecektim ki. Okyanusun altında uyuyakalmışcasına ağırlaşmış omuzlarımda ani ve istemsiz bir titreme başladı. Galiba uyanıyordum.Televizyona baktım tekrardan, aynı adam aynı öfkeyle konuşmaya devam ediyordu.Sesi açık olsaydı belki biraz daha unutabilirdim kim olduğumu ama bu lanet müzik bu kıymık gibi batan şey içime bu üşümek..camdaki yansımama bakmaktan korkarak ayaklandım. Yağmur iyice artmıştı.(böyle zamanlarda yağmur hep iyice artar ve gök olabildiğince kararır) Beyaz kapıyı ayağımla ittirerek açtım ve aynaya bakmadan kafamı çeşmenin altına daldırdım.Beynimin içi buz gibi suyla dolmuştu. Hızlı bir bisikletin üstünde ellerimi iki yana açmış gözlerim kapalı giderken sonsuz bir kayıtsızlıkla mermer bir duvara çarpmış gibi yüzümü, ayıldım.

Beynimin içinde parçalanmış buz mavisi kablolar savrulmaya başladı toz zerrecikleri gibi. O anda bir plankton olmak istedim işte tam o anda bir plankton olmalıydım geceleri kıyıya vurmalıydım sessizce ve gülümsemeliydim. Bir anda çeşmenin altında süngere dönmüş beynimi kurtarıp aynaya,gözlerimin içine cam kırığı gibi bakmak istedim.

Lanet çeşme buna izin vermedi ve fena halde başımı çarptım çeşmeye. Elimi başımın arkasına dayadım kanamasından korkuyordum belki de beyin kanaması geçirecektim lanet bir tuvalet köşesinde beyin kanamasından ölebilirdim şu an ve bir plankton değildim. Vehmim ve öfkem tüm kontrolü kaybetmiş, kuduz bir köpek gibi lanetler okuyordum herşeye, iki elimle başımın arkasına bastırarak.Sanki böye yapınca hiç kan akmayacakmış gibi.Ölmekten deli gibi korkuyordum. Bütün hıncımı klozetten çıkarmak istedim o anda. Olabildiğince gerilip bir tekme savurmak geçti içimden.Aynaya baktım.Gözlerim öfkeli bir bufalonunkiyle aynıydı. Bacaklarım gitgide kasılıyordu. İçime tuhaf bir cesaret dolmuştu bacaklarımda hissedebiliyordum bunu.

Evet! Tek bir tekmeyle bu klozeti paramparça edebilirdim.Tıpkı Morpheus'un yaptığı gibi. Kung fu üstadlarının duruşuyla durdum seramik zeminin üstünde. Ayaklarım kaymamalıydı. Gözlerimi ayırmadan klozetten tam olarak nereye vuracağıma karar vermem gerekiyordu. Karar vermezsem bütün gücümü tek bir noktada birleştiremezdim ve bu da istediğim sonuca tek hamlede ulaşmamı engellerdi. Soluğumu tuttum.(böyle şeylerde nefesini tutmak çok önemlidir) Kalp atışlarımı beynimin içinde hissediyordum. Sağ bacağım iyice kasılmıştı.Patlamadan hemen önce bir el bombası nasıl soğuk durursa öyle kasılmıştı bacağım. Terlememiştim.Islaktım sadece.Dudağımın kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirecek gibi oluyordu.Her şey durmuştu.Damlayan musluk bile.


Araba savrulmadan önce, bir beton duvara büsbütün yapışmadan bir milisaniye önce, henüz frene basmaya bile karar vermemişken ve kazaya dair henüz hiç bir belirti yokken gökyüzünde incecik bir ses duyulur beş yaşında bir kızın çığlık çığlığa bir kabustan uyanmasına benzer bir ağıta öykünen incecik bir çığlık-la doldu kulaklarım. Giderek incelen ve uğultuya dönüşen bir ses.. Bir müddet sonra beynimi çağıldayan bir kuyunun gürültüsü istila etti. Her şeyi siyah yosunlar kaplamıştı. Bulanık bir gece yarısında kaybolmuş gibi hissediyordum kendimi. 


Sahi ne zamandır uyuyordum bu lanet masada hem bu buzlu kahveyi kim sipariş etmişti ki. Dayak yemiş gibiydim. Televizyonda bir adam bir şeylerden bahsediyordu. Kızarmış yüzünden ciddi bir şeyler konuştuğu belliydi. Ayağa kalkıp.  'Bu lanet müziği kapatmayacak mısınız içime bir şey batıyor!' diye bağırmak, küfür etmek, hatta ileri giderek bütün barı dağıtmak istiyordum. İşte o anda fark ettim onu! Lanet bacağım bembeyaz bir alçıyla kaplanmıştı. Dikkatle baktım üstünde tek bir imza vardı. 'S.'


ikibinonikinisanistanbul





16 Nisan 2012 Pazartesi


bazen bir şeyler çok saçma bir hal alıyor. Bazen bir hal bile alamıyor hiçbirşeysizleşmişliğim.


bazen canım çok sıkılıyor ve lanet mesainin saati bir türlü dolmak bilmiyor. Çoğusu içimde küçücük ufacık bi halta yaramayan kelimeler birikiyor kimseyi anlamıyorum buna en çok şahsım dahil ve çoğusu sorgulamaktan yoruluyorum.


Neden böyle oluyor ki sahi? sahi neden şimdi bu cümlelerin püsürlerini yazıyorum ki ve sahi öldüğümüzde nolucak bütün yağmurlar? yine basılmamış bir kar birikintisi var beynimin köşesinde bir yerinde ve bu beni çıldırtıyor. yalnızlık gibi mesela. çıldırtıyor. her neyse. bir yol nasıl bir şeyse ve gitmek olabilidiğince ardımsıra nasılsa..nasılsa anı izlerinden bir yol bulup kendimi bulma çabam her neyse.. şimdi durup bakınca anı iskeletlerine ve durmadan sigara içerek, 'hepsi ayrılık hepsi deniz sesi.'


Şimdi bu insanlar mesela..şimdi bu yağmur mesela.. taksi camından vurup duran alnımın ortasına..bir silahın içinden ansızın fırlamış bi cam kırığı gibi alnımın ortasına.bunalan bir şiir okudum biraz önce. kulaklarımdaki uğultu yalnızlık sınırını geçti. kaybolmuş gibi hissediyorum boşlukta. bu hoş geliyor, uğultu yükseldikçe yükseliyorum karanlığımda. yağmur asla durmayı düşünmüyor. sen beni tanımıyorsun ben seni tanımıyorum. yağmur, inleyen bir kurşun gibi uğultuyla yaklaşıyor ve vuruyor tam alnımın ortasına.


tüm bunlar için kusura bakma. hepsi kırbaç izlerinden anı demetleri yapmış bir forsanın yırtık bir terlik ayası kadarki fasaryası.