Kar yağıyor. İncinmiş bir kalbe pansuman yapar gibi.
Sokağa çıkıp elleri ceplerinde bir yalnızlıkla uzun uzun yürümek istiyorum.
Sokağa çıkıp, sonu dosta varacak olan bir yolda yürümek istiyorum.
Sokağa çıkıp, çocuklar gibi şen bir kahkahayı anımsamak istiyorum.
Hiçbiri olmuyor. Hiçbir şey anımsayamıyorum.
Çamurlu yollardan yürüyerek kocaman bir binaya giriyorum. Seramikler kirlenmesin diye özenle siliyorum ayaklarımı paspasa. Sokağa uzak, gök gürültülerine yakın bir katta, tükenişi selamlıyorum.
Geçmişe dair her şeyi deli gibi özlüyorum.
Bitmiş bir film gibi şimdi bu döngü.
Bir daha asla o günlerin geri gelmeyeceğini bir daha asla öyle günlerin olamayacağını bilince insan, iyi ki bu yaşamak dedikleri kısa süren bir maceraymış diyor..
'Tanrım, keşke kendi gölgesine razı bir fesleğen olaydım.'
Artık sokakta tanıdığımız kimse yok. Artık kahvelerde beraber kalbimizi kurtardığımız kimse yok. Artık kimse yok.
Hiç kimse.
Hiç.
Kar yağıyor.
Daha da da artacak belli ki.
Ajanslar, korkunç haberleri vermek için çıldırmış bir hırsla yarışıyor.
"Allah kar gibi gökten yağdığında beni anlayacaksın" demişti şair.
Karın yağdığını kimse bilmiyor.
Kötü bir haberi bekler gibi bekliyorum İçimde kışa aralanmış büyük sessizlik Kar yağıyor Terk edilmiş kentleri yutarcasına Ölüm mangası diye bir şey vardı değil mi sahi? Bir filmde görmüştüm Ölümü bekliyorlardı sabaha karşı Beyazlamış dudaklarında ne bir söz ne bir düş Kapıya omuz atıp girecek olanı bekliyorum Karanlık bir rüyaya uyanır gibi Arınıp bahardan sıyrılarak Kaosun ve dinmek bilmez denizlerin baş döndüren tayfununa Elimi uzatıyorum Merhaba ey Bela! Beraber talan olacağız Hallaç pamuğu savuracak düşlerimizi Merhaba ey Bela! İşte dudaklarım beyaz işte ellerim boynuna uzanmış boyuna kanayan bir kederi söküp almak için Haydi gir kapıdan ve göğüs göğüse bir cenk meydanına açılsın kelimeler Merhaba ey Bela! Nefti bir çocukluk ağrısı gibi kuşandığım boran Toprağın altında yatan kadının ve çocuğun hatırına Evine gitmeye yüz bulamayan işsiz bırakılmış adamlar adına Ağıtlar belleyen annemin penceredeki kederli yüzü namına Merhaba ey Bela! Ben geldim Belan olmaya geldim!
27 Ağustos 2015 Perşembe
Sıkılgan bir nehir. Sevemedim bu yaşamak döngüsünü. Yazacak satırlarım yok. Bir kenti arkada bırakacak şevkim, kentim, kendim, yok. Nihayete erince koyu kitaplarda savaş, oyulunca radyasyon kaşıklarla çocukların gözleri, bir nebze sona varmış olmayı bilmenin hazzıyla kıpırdanacak yılgın kalbim. Sevemedim 'ev'ler kadar insanları da. Hiçbir şey için hiçbir şey. Şüpheli sinyalle tedirgin olan askerin hızlı hızlı çarpan göğsüne yine de, imrenmedim değil. Bir yerlerimden rikkatle kopuyor, bayat un kurabiyeleri. Sıkılmak, rutin bir keder.
9 Temmuz 2015 Perşembe
Yılgın bir akşamüzeri gibiyim, durmaksızın. Mücadelenin o baş döndüren şehvetine karşı hiçbir arzu duymadan öylece uzanıyorum. Neden böyle oluyor bilmiyorum? Neden azıcık da olsa bir şevk yok...
Kaybedeceğimi görüyorum. Eli açık oynuyor . Biliyorum devrilecek bir kül tablası daha. Ama kaldırıp elimi müdahale etmeye zerre takat bulamıyorum ruhumda. Kaybetmek ve hızla tütüne ve çocukluk ağrılarıma sarılmak en kestirme yol geliyor. Yeterince tütünle yarayı iyileştirebilecekmişim gibi saçma bir duygu çörekleniyor kaybedeceğimi anladığım vakitlerde.
Kazanmak.
Kazanmak ne ki?
Takım elbiseli bir ışıklı salonda hızla yere inen plastik bir giyotinden fazlası değil.
Değil mi?
Bilmiyorum.
Şimdilik, sahile inmek ve şiirden medet ummak, kafi.
Yıl tamamlanıyor. Döngüye giriyor her şey. Yer değiştirme, sıfır.
Otoban uzanıyor önümüzde. Beyaz ve yırtık şeritleri ayağımıza dolanıyor. Mevsimler, tek düze ve pencere önünde artık kimse sigara içmiyor.
Gece yarısına yaklaşıyor saat. Eğer sigaram bitmemiş olsaydı bunları yazmaya koyulmayacaktım.
Dışarı çıkmak istemiyorum. İçeriden hiçbir farkı yok. İçerininse karanlık bir tünelden.
Yola çıkma şevkimi öldüreli yüzotuzyedi pazartesi geçti. Artık rahatça kart okutabiliyorum turnikelere. Gönül rahatlığıyla yürüyorum camlı ofislerin içinde. Hiçbirisi beni rahatsız etmiyor. Yol ve yola dair her şey öldü. Artık döngünün fönlü adamlarından biriyim.
Bindokuzyüzdoksandokuz yılında denize batan bir güneşi beklerken böyle bir şeyin hayalini kurmamıştım. Yola çıkacaktım. Bütün büyük yalnızlıkların içinden bir koşu geçip, geçip pamuktan sökülen iğnelerin acısıyla nehirlerden, 'o'nu bulacaktım. Neyse işte o, 'o'nu. Bir kitapta rast gelmiştim dört yıl önce. Kuyuya düşen çocuğun masalıydı. Sara hastasıydı. Annesi ölmüştü. Kahverengi kitapları vardı ve Rimbaud'dan bir şiir okuyup duruyordu:
"Mavi yaz akşamlarında özgür gezeceğim
Ayaklarımın altında nemli serin kırlar
Başakları devşirip otları ezeceğim
Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgar
Ne bir söz ne düşünce, yalnız bitmeyen düş
Ve yüreğimde sevgi, büyük, sonsuz, umutlu
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada -bir kadınla birlikte gibi- mutlu"
O çocukta gördüğümü, yani o adı olmayan şey her ne ise işte o'nu, bir daha bulamadım. Bir an, bir küçük an, tam göğsümün üzerinde duymuştum sesini. Sonra otobüsler geldi durağa alelacele binmem gerekti.
Şair bir adam vardı. Gülümseyen. Bugün işten çıkarıldı. Buzlu camlı bir ofisin arka yüzünde. Yangın merdiveninde bir müddet sigara içtik. Bir şey söyleyemedim. 11. kattaydık ve hava yağmurluydu. Yangın merdiveninden aşağı salladığımız sigara izmaritleri yüzlerce kilometre öteye düştü. Biraz sustuk. Biraz daha. Gülümsedi. 'Hayat işte' dedi. Gitti.
Gitmek iyi. Gidebilmek. Döngünün orta yerine düğümlenmiş tütünsüz bir geceden çok daha iyi.
Arabam olsaydı belki dışarı çıkardım. Bir paket sigara alır, sahile iner biraz müzik dinlerdim. Kimseyi aramazdım ama gelsin diye. Bu yaştan sonra kimi arayabilir ki insan?
İşten çıkan adamların sürekli olarak yetişmesi gereken kadınları ve faturaları var. Yirmibir yaşında olsaydım eğer elbet arardım en az üç kişiyi. Ki aramıştım da. Külüstür bir kamyonetle geceler boyu serserilik yapmıştık yollarda. Ucuz sigaralar içip deliler gibi gülüyorduk. Uyumuyorduk. Sabaha karşı üç beş kuruş kazandığımız işlerimize gidiyor akşam olur olmaz da o parayı eziyorduk. Gençtik, atlara ve uzaklara hayrandık. Kadıköy'e inip gece yarılarında, küfürler edip, ağlıyorduk. Gençtik ve 'neden hata payı yok diyorduk ömrümüzde' Kumsala inip acılı şarkılar söylüyorduk. Geceleri yaşıyorduk ne yaşanacaksa. Hayaller kuruyor, kahkahalar atıyor, ağız dolusu küfürler ediyor, ucuz sigaralar içiyorduk. Ölmekten korkmuyorduk.
Şimdi buradan bakınca nasıl da uzak, nasıl nefti. Tüm o kalbimizin içinden bir anda boşalan şevk, yerini, bitki çaylarına bıraktı.
Gece yarısı ve sigaram bitti. Arayabilecek kimse yok. Alarmlarımı kurup uyumam, gri turnikelere zamanında yetişmem gerekiyor.
Sinema üzerine kısa bir söyleşi yaptığımız akşamüzerlerinden hiçbir iz yok.
Bu çıldırtan çınlama, bu geri dönülmez kaybediş, bu, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına uyanılan o anın acısı, omuriliğini paslı bir çiviyle deler gibi..
Fotoğraf çekerim belki bundan sonra. Döngüden vakit bulursam. Vakit bulursam eğer yaşamak için, unuttuğum bir senaryom vardı, onu hatırlamak için çabalarım. Kim bilir belki bir gün Pera'ya çıkar, aylak zamanlarda olduğu gibi huzurla yürürüm uzun uzun. Kim bilir. İnsan işte. Kabullenmek istemiyor bu büyük kederi. /Yaklaştıkça ölüme hızla, hızla yalnızlaştığına/
Birazdan bu masanın başından kalkacağım. Havada asılı kalmış sigara dumanı gibi usul usul kaybolarak döngünün içinde. Hiç kimseyi aramak istemiyorum. Bu, Tanrı'nın, filmin sonuna yaklaştıkça ölümü arzulatma biçimi mi? Bilmiyorum.
Bildiğim, saat gece yarısına geldi. Sigaram yok ve sabaha kadar olmayacak. Ölmezsem eğer.
Deniz nerede? Deniz, uzakta, bankacı olmuş, elinde çanta,
boynunda kravat, yüzümü hayal meyal anımsıyorsa iyi. Oysa Beyoğlu'nda bir
kahvecide çok dumanlı bir geceyi sabaha ulaştırmaya çalışırken, böyle değildi
düşlediğimiz.
HeHe nerede? İzmir’de. Avukat olmuş, elinde çanta boynunda
kan izi, tıraş olurken yine yüzünü kesmiş, sigarayı bırakamıyor, inatla. İnatla
Alsancak’a inip, eski zamanlardaki gibi olacakmış gibi sanki, sanki gözlerini
hızlıca açıp kapatsa, hepsi silinecek ve o kumsala döneceğiz gibi sanki,
sigarasını ciğerlerine öfkeyle çekiyor.
Meözen nerede? Ankara’da. Kar altında bir kuruyemişçiden
Davidoff alıp her akşam, siyasi buhranlara gömülen soluğunu ODTÜ’de bir ıssız
ağaçlıkta dinlendiriyor. Uzak, çok uzak bir iklimde.
Kaybettik. Anlayın. Dağılan üçüncü sınıf şairler
toplulukları gibi, umutsuz, yaban, ağızda kalmış kekre bir tatla, kaybettik.
Kaybetmenin ayaklı fihristiydik belki de. Tanrı belki de
bunun için göndermişti bizi bu gölgeliğe.
Bilmiyorum. İçim tastamam bir kahırla bile dolmuş değil.
Anlıyorsun değil mi? Bu Neptün ağırlığı, bunaltılı bir yaz gecesi gibi tembel
ve perişan.
Hızla dağıldık. Yan yana fakat zıt yönlere koşan
trenler gibiydik. Saçma sapan el sallamalar bile oldu tren penceresinden. Gün
Batımında Trene Veda, bu işte dünyanın en acıklı sözlerinden.
Her şey dağınık.
Zihnim. Hatıralarım. Saçlarım. Hiç yaşanmamış gibi. Hiç
biri. Hiç. Anımsamıyorum bile göğsümün üzerinde biriken o ağrıyı. Anımsamıyorum
bile yüzlerinizi. Ne garip bir kuyu bu. İçine bebek ağlaması sesi yüklenmiş
MP3le işkence yapar gibi.
Bazen, bu kedere benzeyen şey kapıya omuz atıp girince
içeri, koşaradım çıkıp bulmak, düşüp yola varmak istiyorum. Bazen oluyor işte
öyle şeyler bilirsiniz. Çıkıp kar altında, varana dek kaybolmamış olanın
kapısına, yürümek..
Ama elimden gelen yalnızca, hızla kalkıp içine göçmüş
koltuğumdan, en yakındaki bakkaldan bi paket daha sigara almak. /Keşke yalnız
bunun için sevseydim seni/
Şiir, durmuyor artık üzerimde. Çizgili pijamayla iş yerinin
ortasında uyanmak gibi bir his artık şiir. Şiir, başkasının kalbini deşerken
yalnızca, sigara kıvamında. /keşke yalnız bunun için sevseydim seni/
Hiç işe gitmek istemiyorum bazı sabahlar. Bazı akşamlar, sabah
olunca işe gideceğimi bildiğimden, uyumak gelmiyor içimden. Sokağa çıkmak,
elleri ceplerinde bir aylaklıkla yürümek, yürümek, yürümek istiyorum.
Saate
bakıyorum. Alarm kuruyorum. Art arda alarmlar kuruyorum. Üçer dakika arayla
alarmlar kuruyorum. Beynim alarmdan bir distopya kentine dönüşüyor. Alarmlarımı
düşleyerek uyuyorum. Henüz rüya görmeye başlamadan alarmlar çalıyor. Tanrım bu
alarmlar kimin için çalıyor?!
Bazı sabahlar, işe gidemeyecek kadar hasta, sokakta haytalık
edebilecek kadar dinç olmayı arzuluyorum.
Saat geç oluyor. Alarmlarımı kurmalıyım. Yoksa kuyuya düşen
çocuk ölür. Neden ölecekse.
Metrobüs aç kapıyı ben geldim, uzak karanlıklardan
kanser alarmlarından geldim aç kapıyı. Saat geç oluyor, alarmları dişime
geçirip yatmalıyım. /keşke yalnız bunun için sevseydim seni/zaten su faturasını
yatırmadım hala, kapanan interneti de borç alıp açtırdım/keşke yalnız bunun
için sevseydim seni.
Bu akşam eve yürürken marketin önünden geçtim. Sonra aklıma
geldi, yoğurt filan alacaktım. Markete döndüm. İçeride saçma bir müzik
çalıyordu. Bir market arabası çektim sıradan. Bebe bisküvisi, süt, beyaz
peynir, kaşar peyniri ve meyve suyu. Çok tuhaf bir şey oldu. Tam peynir
reyonunun önüne gelmiştim ki kahırdan bir yağmura tutulmuş gibi kalakaldım.
Peynirlerin fiyatlarını ve kalitesini karşılaştırıyormuş gibi yapmaya çalıştım
bir müddet. Beceremedim. Karnıma saplanmış bir ülser ağrısı gibi soluğum
kesildi. Dirseklerimi market arabasına yaslayarak ayakta durmaya çalıştım.
Kahırdan bir nehri yürüyerek geçerken patlayan baraj kapaklarına kurban edilmiş
gibi hissediyordum kendimi. Dirayetimi korumaya çalışmak için peynirlere
dikkatimi verdim. Avuç içi kadar ezine peyniri 19.90TL’ydi. Bu, kederimi bastırmaya
yetmedi. Hızla sürdüm market arabasını, peynir reyonundan daha sakin bir yere
doğru. Ton balıkları ve turşuların olduğu mekan sote bi yerdi. En alt raftan bi’şey
alıyormuş gibi oturdum yere. İkinci dünya savaşında kalma rus tanklarının
paletleri geçiyordu sanki üzerimden ve lanet geçiş bir türlü bitmek bilmiyordu.
Bir müddet orada öyle kıpırtısız, indirimdeki ton balıklarıyla göz göze,
oturdum. Tank konvoyunun geçiş töreninin bittiğine emin olmadan neredeyse nefes
bile almadım. Biraz daha oturdum.
Sonra kalkıp kasaya gittim ve 62TL 30 kuruşluk fiş aldım.
/keşke yalnız bunun için sevseydim seni/belki ben de kasadan fiş alarak yağmuru
ve selvileri zor durumda bırakmışımdır kimbilir.
Bilen bilir, bizim gibileri İsmail. Kaybedişin ayaklı fihristiyiz
biz. Sıradan. Çok taşlı, verimsiz bir bozkır gibi. Yağmuru çağırabilecek bir
adımız yok. Liman’a inmeye takatimiz yok.
Alarmları kurun hadi geç oldu. Gün
ışımadan düşmeliyiz yola. /keşke yalnız bunun için sevseydim seni/ ölecek işçilerin
haberini yapacak birileri lazım bu ziftten kente.
Bazıları öyledir, düş kurar. Nehrin çağıltısına kapılmış bir
güzel tını gibi. Nehrin kaynağına varır.
Oysa şimdi bu kırgın ve dağılmış soluğumda, ne bir düşün
izi, ne şen sesi fecrin. Ölümü bekleyen yaşlı ve suskun adamların sustuğu gibi,
düşsüz.
Çocukken sorulan büyüyünce ne olmak istiyorsun sorusu /
keşke yalnız bunun için sevseydim seni/
Büyüdük. Ne bir oyuncakçı dükkanım oldu ne de pilot
olabildim. Al işte hepsi bu. Biraz bozuk para, birkaç dal sigara, yarısı bitmiş
bir çakmak, gri bir kitap, ödenmemiş iki fatura..Geleceğe dair hiçbir düşüm
yok. Zaten o kadar uzun yaşayabileceğimi sanmıyorum. Gelecekteki umduğunu yaşayan
tek bir tanıdığım yok. Zaten çok fazla tanıdığım da yok. /keşke yalnız bunun
için sevseydim seni/
Sıkıcı bi’yer bu yeryüzü.
Deniz yok, HeHe yok, Meözen yok, Parktaki çocuk da yok.
Artık hiçbiri ve artık hiç kimse..
Tanrım, zembereği boşalmış bir taşeron işçisiyim.
Alarmlarımı kurmalıyım artık çok geç oldu. Saatimde uyanmazsam eğer /şehirden beni kovarlar izin
kağıdım yanar konuşacak olursam/
Bir gece geldiler, on iki kişiydiler. Üç ekip otosu.
Gözlerimi, floresanla oydular. Bildiğim bütün kelimeler, bir floresan
aydınlığında, yandı.
Yazının en sıkıcı yerine geldim /keşke yalnız bunun için
sevseydim seni/
Hepimiz bu filmin sonunu göreceğiz diye başladık, yaşamak
bu deyip.. Bu bir döngü. Bitmeyen filmler ve geleceksiz, kaybedişin ayaklı
fihristleri.
İyi geceler.
Yağmur, nehre yağınca, çamur olur. Işıklar
cisimlerin üzerine düşer. Cisim olur. Işık olmasa, çamur da olmaz, yağmur da. Işık
olmasa, nehir de olmaz, düş de. Döngü. Sar yeni baştan. Alarmlar gelsin.
Sahne 26/Gece/İç
mekan; müzik biter, ışık kapanır. Hiçbir şey olmaz.
Siyaha boyattı bütün duvarları, yüzünü hiç görmediğim adam. Duvarları yükselttirdi işçilere. İşçiler yalınbaş rüzgara amors iskelede 3 gün 3 gece çalıştılar. Duvarın yüksekliği yetmedi şatoyla kentin arasına girmeye. Biraz daha biraz daha dedi göğü yutmuş ses, siyah jaguarın içinden, "Biraz daha yükseltin!"
Siyah duvar, göğe uzanan zehirli sarmaşıklar gibi yükseldi. Burası kentin sınırıydı.
Buradan sonra cigaralık zıvanasına bütün kahırlarını basan soluk yüzlü adamların çatısı sunta ve naylonla tutturulmuş evleri başlıyordu; Trafik ölesiye sıkıştığı vakitlerde E5'e koşan, su, simit, kağıt helva, bir liradan fındık, maç günleri bayrak, atkı, her telefona uygun araç şarj aleti, beş liradan gül, iki liradan muz ve daha bir sürü yol boyu ihtiyaçlarını arabalarında Atarax bunaltılarıyla cebelleşen adamlara ve kadınlara satan, yağmura ve rüzgara karşı koyamayan evlerde yaşayan adamların evleri...
O adamlardan yaşlıca olanı, Kamil Dayı.
Artık naylonla kaplanmış sunta çatılı evlerin olduğu yerden kente çıkan o lanet o bitmek bilmeyen, dikleştikçe dikleşen yokuşu çıkabilecek takâti bulamıyordu dizlerinde. Biriktirdiği parasıyla eski model bir araba aldı. Bayrak ve atkıdan başka şey satmazdı. "Şarj aleti filan da satsana, iki günde bozuluyor Çin işi aletler, sürekli müşteri sana işte" derdim. Atkı ve bayraktan vazgeçmez "Bunlar bana kafi, cebi sıcak tutsun yeter biraderim" derdi. İşe çıkacakları vakit mahalleden kaç adamı sığdırabilirse doldururdu arabaya. "O Allah belası yokuştan kaç kişiyi kurtarabilirsem sevaptan sayıyorum, namaz oruç yok ama hepten kafir değiliz ya" der sonra da öksüre öksüre gülerdi.
Siyah duvarları göğe uzanan şatonun yanına park ederdi arabasını. Kente açılan kapıya en yakın yer burasıydı. Zaten bu sınırdan sonrasına da gitmesine izin yoktu. Bu sabah baş ağrımı dindirememiş yarı yarıya yağmura teslim yarıdan fazla dalgın büyük camlı binadaki yılın ilk iş günü mesaisini ayak sürürken gördüm, yine aynı yerindeydi Kamil Dayı' nın arabası. İçim ezildi birdenbire kederle. Siyah jaguarlı, siyah şapkalı, siyah dövmeli adamın siyah şatosunun göğe zehirli bir sarmaşık gibi uzanan siyah duvarlarının köşe başlarındaki lanet kadar devasal heyula kafalarından biri Kamil Dayı'nın arabasının üzerine düşmüştü. Arabanın parçalanmış camlarından içeri yağmur doluyordu.
Birkaç saate haber, bir lanet gibi yayılacak naylonla tutturulmuş sunta çatılı evlerin arasında. İnce bir çığlık, ölüme yakın bir öksürüğe karışacak. Lanet yokuş, dikleştikçe dikleşecek ve artık Kamil Dayı, şarj aletinin yanında, helva ve bir liradan fındık da satmaya başlayacak.