20 Ağustos 2013 Salı

Arkadaşlar, ölüm ve çiçekli fularlar hakkında

                               


Aslında,

konuşacak mecalimi bir ucuz sandviçe feda ettim camlı bir ofiste.
Bir yere, bir kimseye ve sigaraya, hiç birine, mecalim ve arzum ve şevkim, her ne halt ise işte, yok!

Bir çok sefer bir çok karmaşa içerisinde bulundum, denizde ve karada. Bir şekilde ufku görememek keyif vericiydi. Bir şekilde melankoli filan.. iyiydi dünya. Turuncuyduk, çocuk ve balık kadar. Uzun düşler kısa marlborolar vardı. Dünyaydık bir şekilde dönüyorduk birbirimize bir şekilde rastgeliyorduk rastgelinecek yollardan yürüyorduk, çay içiyorduk. 

Şimdi,

çok fazla çok. 
Çok fazla ölüm. Çok fazla eski şarkı. bu aralar çok kullanıyorum çok kelimesini ve artık biliyorum, artık bir daha hiç-bir-şeyin..
yoo hayır bu cümleyi kurmak istemiyorum, birdenbire bir kamyon yükü kuş ölüsü boşalıyor göğsümden sen de bilmiyorsun. 

Anılar İsmail, anılar, gırtlağıma yapışıyor. Yoksa öyle kolay ki bu yaşamak ağrısını taşımak göğsümde yoksa sen bile öyle iyisin ki..

"Ama bir göz yumma anında bir soğuk telefon konuşmasında", uzak kentlerde üzerine boca ettiğin kahkahazaman bir parfümü apansız bir gökkuşağı gibi, bir beton zemine çakılır gibi duyma, anılar İsmail, yoksa çekip gidebilmek öyle temiz ve kıpırtısız.

....

Boynunda, turuncu çiçekleri olan fular vardı yaşlı amcanın. Gülüyordu. Dünyanın en eski Vespa'larından birini sürüyordu. Yeşil, koyu ormanların içindeki göle giden yolda. Neredeyse bir kuş gibiydi kalbi, yaşlıydı, yakıncacık ölüme yakıncacık tüm anılara. Gülüyordu. 

Geçip gitti önümden göle doğru. Bir kaç saat bekledim. Bir kaç çok saat daha. İki paket sigara içtim, boynundaki turuncu çiçekli fuları düşündüm, taşlarla kozalakları vurmaya çalıştım, biraz daha bekledim, beklediğimi bilmiyordu, beni hiç bilmiyordu, sormak istiyordum, bir şeyleri, dönmedi. Göle giden yoldan o gün ve o gece boyu kimse..

çok sonra polisler..

Turuncu çiçekli bir fulardı belki de ölmek. 

Ama ben, ellerimi tütünden ve kederden çekip, steril bir hayatı kurma/yıkma arefesinde ben, araftaki, bir elmanın çürük yanındaki..tütünsüzlüğe bunca uzun süre katlanabileceğimi sanmıyorum,. 

İnancım, dağılan bir kötü haber gibi.

....

Gözlerimi kapadığımda öyle yalnızım ki..



Gözlerimi kapadığımda, beyaz çoraplı çocukluğum, gönlü kıran bir kederle gözlerimin içine bakıyor. Canım, bir büyük doğruyu bulabilmek arzusunda. 

...

isyan etmiyorum bunların hiç birisine.

Eski dostların taş plak kadar eskiyip tedavülden kalkmasına
Anılarımızın, yalnızca benim gönlümde bir büyük ağrıya dönüşmesine
Vazgeçemeyişime
Neyden vazgeçeceğimi bir türlü bulamayışıma
Ölüme yaklaştıkça hızla, hızla yalnızlaşmaya
Bilye oynamayı becerememiş çocukluğuma
Bir daha hiç bir kar akşamının öyle içten olamayacağına
Mekik ile bağını elim bir kaza sonucu kaybetmiş astronotlar gibi uzayın derinliklerine doğru savrulan dostluklarımıza
Ve aynama.

.....

Boğuluyorum,
bazen.
Şimdi sarıp yeni baştan..
neyse.



(bu, şimdi, yalnız senin ve yalnız benim bildiği bir şey. Bilirsin
sonra hep sütlü kahve isteyen birileri olur ve bir an, sonrayinehepsiaynı)






21 Haziran 2013 Cuma

Sinema üzerine kısa bir söyleşi



Oturdu karşıma. Tahta masa. İki kişilik. Küçük bir iğdenin yanında. Yeşile boyanmış tahta sandalyeler.

Ben vişne suyu istedim o çay. Şekersiz. Sıcak günlerin sonunda erilen o dingin akşamüzeri sessizliği masaların arasından geçiyordu. Yorgundum. Acıkmıştım. Verandada oturan mutlu insanlar gördüm. Uzun yoldan gelmiş gibi bir şeyler anlatıyorlardı. Geniş bir zamanın içinde salıncak kurup, kayalıkların üzerinden denize bakar gibi şendiler.. Aklıma klavyelerim geldi, harfleri kaybolmuş, siyah, kirli şeyler.. Sonra vişne suyu ve çay, masaya.

Uzun çok uzun vakitler geçmişti, onu görmemiştim, o beni.. Bahar geride kalmıştı, hızla geçmiştik eski bir Lada ile yanından. Dikiz, toz ve duman. Çok konuşuyorduk o zamanlar. Çok sigara içiyor az uyuyor eski filmler izliyorduk. Ümitliydik, bankaları sevmiyorduk, inanabiliyorduk, fesleğene ve siyah beyaz fotoğraflara.

Ona doğru döndüm. Bana doğru döndü. Yorgundu. Bir takım işlerden bahsettik bir takım dağılan un kurabiyelerinden, incirden ve üzümden. Üzülmüyordum, söz vermiştim takım elbiseme, üzülmeyecektim. Bana bakıyordu, belki de acıyordu, bilemiyorum, güneş batıyordu tam arkasından. Sarkacımı sımsıkı tutmuştum avucumda atlayamıyordum kayalıkların üzerinden denize. Yüksekti. Korkuyordum. Karnım açtı.

Gözümü açtım, vişne suyum bitmiş, ağzımda buruk bir tat kalmıştı. Sigarayı bırakmıştım.

Bana baktı, merhem gibi değildi bu sefer, hissediyordum.

‘Hiçbir şey yok artık’ dedi.

’Kitap, şiir, uzun uzun verandada filmler, arkadaşların, Üsküdar, hiçbiri…’

İçimde bir yerde bir iğne, yavaşça pamuktan sökülür gibi, acıdı.

İğdenin tadını hatırlıyordum. Çocuktum. Ege’de bir köyde, kilolarca iğde yediğimiz akşamı da, hatırlıyordum.

Sustuk biraz. Biraz daha. İçimizin kuruyan yerlerine doğru.

İkinci vişne suyunu istemedim. O da çay istemedi yeniden. Arkadaşlarından bahsetti. Arkadaşlarımı düşündüm. Akşam ezanına yaklaştı vakit. Kalktık masadan. El sıkıştık. Birkaç masa ötedeki arkadaşlarının yanına gitti. Ben de Beyazıt’a doğru yollandım.

‘Bana arabesk bir şarkı öğret İsmail akşama seyyara çıkacağım Beyazıt’a’ dedim, şiirmiş gibi sanki. İsmail beni duymadı. Acıkmıştım. Yürüdüm..




30 Mart 2013 Cumartesi

Anneannem ve mavi yün kazaklar hakkında

bana dedim, mavi yün kazak ör,
çilek reçelli bir dut ağacı altı kahvaltısında.
patır patır döküldü sonra gözleri, ben bi şiir yazacakmışım
ölümlü anneanneler ve kediler hakkında.
ağlama diyecekmişim anneme, ağlama.

her yanına çürük dutlar yağdı ilkokul önlüklerimin
gün kurusu masa örtülerine çiziktirdiğim hikayeler kasabada kaldı
ne ilk çakım ne ilk uçurtma makaram ne ilk tezgahım
hiç birine yetmedi küçüklük cebim
kırmızı yüksek gidonlu bisikletime bile

anneanne
sana bunların hiç birini anlatamadım
içimde büyüyen bir ırmaktı sesin
ölmek, mavi bir yün kazak kadar güzeldi bakınca gözlerine
sen gidince ben de denedim badem ve ceviz ayıklamayı
ama bir daha öyle şen olmadı sarı koltuklu mutfağımız
sonra o koltuk da gitti sonra kocaman duvar saatin
beyaz badanalı evlerle gökyüzü arasına bir şey girdi

üzgün bir yüzdü alyansın uyku tutmayınca yağmuru
ve senin tılsımlı rüyaların
benim mum gölgesinden korkan sesime benzerdi
beş yüzlük tesbihin de gelirdi akşam yemeğine
ve namazlardan sonra  ferahfeza duaların
annemin gecelerini baharzaman bir okyanusa açardı

bana, mavi yün bir kazak ör anneanne
gelince giyerim
sana, yeni örgü ipleri, süslü tığlar ve beyaz yazmalar getiririm
elif cüzünden birkaç satır daha fısıldarsın
bir masaldan çıkıp gelir gibi gelir dedem
bir bakarsın vişneler olgunlaşır
gün doğumunda avuçlarını okşadığın güller
köydeki evin eteklerine toplanır
annemin yüzü pamuk şekerli bulutlarla bürünür
annemin ellerindeki çatlaklardan yaseminler dökülür
annemin çörek otlu börekleri rahmet kokar
annemin kanatları büyür büyür sıcak süt ve hurma olur 

anneanne
gülsuyuyla arınıp yıkanmış ellerini yeniden aç semaya
gayri genişlesin 
çamaşır ipiyle boğulurcasına daralan göğsümüz


mfaydoğmuş
otuzmartikibinonüç/istanbul


3 Mart 2013 Pazar

Ölmek ne ki ve fesleğen


Belki dünya biz öldükten sonra da dönecek ve işin tuhaf ve meraka ram olan yanı, toprak altında da dünyanın döndüğünü hissedemeyeceğiz mi?

Ölüm, belki de en çok bir doğum gününün alt metni olabilir çok hollywood bir filmden çıkmış sevgilisiz adamlar namına yağmuru beklerken,sinema önlerinde.

 Durup düşününce durup bakınca ,durup, onca kar ve onca sigara, hiç küle dönüşmemiş, ya bir yerde saklanıyorlar ya da hiç yaşanmamış gibi. Hiç. Hiç'ten kurtaran şey bizi, galiba, iz.

 İz olmasaydı, hiç olabilir miydik sahi? Hiç olabilmek bir sahicilik mi sahiden? Avcuma aldığım ve ezdiğim topraktan fazlasıysa sahi olan?

 Hiç yaşanmamış gibi, bunca sigara içmiyor olsam, öksürük krizleri tutmasa çok gülünce, koşunca bir uzun sarı,soluk,çekirge dolu bir tarladan,gözümü kapatıp çocuk olamayınca,hiç yaşanmamış gibi. Bir yanıyla iz’in bedenimde bıraktıkları soyut bir hatırayı temsil ediyorlar.(mı?) Semboller ve köke dair bir şeyler mi yani tüm bu zamanlardan sonra iz diye takıp takıştırdığım.. 

Ama kararmaya pek nazlı bir bahar akşamının gökyüzünde dolanan,ellerime bulaşmış fesleğen kokusu var?.. Onu hangi repliğe sıkıştıracağımı bilmiyorum inan ki, ve acısını, bir yerlerde canlı kanlı duran bir ölüm haberi gibi. Belki ölmek, sandığım kadar sıkıntılı bir mesele değildir.

Ve ölmek, yanıbaşımdayken, kendi gerçekliğimi nasıl kurabilirimki? Hem kim söyledi bir geçekliğe sığınmamız gerektiğini?

Hem ölmek ne ki? Demek var afili bir Shakespeare cümlesini arakladığımı kimseye çaktırmadan ama ‘sahiden’ ölmek ne ki? Bu, hiç ölmeyecekmiş duygusu nasıl dimdik durabiliyor göğsümün üzerinde? Hem nasıl ölebilirim ki? Bir yanından bakınca gerçekliğimizin, bütün ölüm haberleri,  film arası kıvamında soluklandığımız, kendi katarsisimizi var ettiğimiz altı çizili satırlar değil mi?

Bilmiyorum.

Benim bildiğim mesel(e)a, maaşımın halen yatmamış olduğu ve parasızlığımı kimseye çaktırmamaya çalıştığım. Bu kimin gerçekliği şimdi? Sahici olan bir hikaye miydi çikolatalı kruvasanların olduğu kelimeler. Ve sahiden, sahici olması gereken bunlar değilse, çikolatalı kruvasanların, maaşsızlığın, fesleğen kokusunun iz’lerini hangi kaseye koyacağız? Üzerine süt döküp, filmlerdeki kahvaltılar gibi bir kahvaltı yapabiliriz belki tüm bunlarla. O zaman sarışın kadınlar ve ideal erkekler olabiliriz.(mi?)

Sahi, sarışın kadınlar da ve sağlam vücutlu adamlar da ölüyor mu? Herkes ölebiliyor mu, sahiden?



martikibinonüçistanbul

20 Ocak 2013 Pazar

Maaşın ilk günü ve çikolatalı kruvasan


Bugün maaşım yattı. Bilen bilir maaşın ilk günü muhteşemdir. Eğer maaşımın kuş kadar olduğunu zihnimden atabilmişsem hele o gün gökyüzü gibi aydınlık ve hafif olur.

Bu sabah da ‘Acaba yattı mı para?’ tedirginliği ile bankamatiğe doğru yollandım. Banka kartını yerine yerleştirip sakin görünmeye çalışarak şifremi girdim.

“...Lütfen Bekleyiniz...”

Tam tamına dört buçuk saniye bekledim. Ah o uzun o bitmek bilmez dört buçuk saniyeler… Kalbimin gürültüsü kendini kaybetmiş bir çığ gibi tüm bedenimi istilaya doğru hızla yol alıyordu ki bir anda muhteşem bir sessizlik çöktü caddeye.  Maaş yatmıştı!

Ancak buna sevinemedim. Bir demir lokmanın kursakta kalması gibi bir burukluk çöreklendi sessizliğime. Otuziki lira eksik yatmıştı maaşım. Tekrar kontrol ettim hesap özetini, evet tam tamına otuziki lira eksikti. Mesaiden düşmelerine imkan yoktu, kurallara büsbütün riayet ediyor, giriş-çıkışlarda yaka kartımı tam vaktinde basıyordum turnikeye. Acaba devletin verdiği altmışaltı liralık yardım kısmından mı düştü bu otuziki lira diye düşündüm. Olabilirdi. Çünkü bu aralar türlü dedikodular dönüyordu devlet ekonomisi ve memurlar hakkında. Emekliler ve işçiler de dahil bu dedikodulara.

Çocukluğumdan bu yana rakamlarla aram iyi olmadığından mütevellit şu ekonomik dedikodulara zihnimde bir türlü bir yer açamadım. Ama o otuziki liranın peşini tabiî ki bırakmayacağım. Pazartesi olsun hele bir, gidip konuşacağım o camlı odadaki gözlüklü, selamsız adamlarla. Elbet haberleri vardır otuziki liramın akıbetinden. Onların rakamlarla ilgili her şeyden haberi oluyor çünkü ve bütün işçiler, bir şekilde onlara gülümsüyor her gördükleri yerde.

İçimden yakası paramparça olmuş küfürler geçti. Öfkem kabardı bütün bir sisteme. Tüm çaresiz işçilerin yaptığı gibi hayalimde oturttum patronları karşıma ve onlara, kalplerini kıracak şekilde insanlık dersleri verdim. Acılarımızdan, farklarımızdan, ihtiyaçlarımızdan, sosyal haklarımızdan, insanı zevklerimizden, hayallerimizden de bahsettim. Bana hak verdiler pek tabii. Gururlandım kendimle.

Neden sonra fark ettim arkamdaki hanımefendinin bankamatik sırasını beklemekten haylice sıkıldığını ve bana duyurmak istercesine, sağ topuğu ile ritim tuttuğunu. Sahiden çok utandım. “Özür dilerim hanımefendi, gerçekten çok mahcubum sizi beklettiğim için ama inanın öfkeden kendimi kaybetmişim. Lanet şirket lanet otuziki liramı, hesapsız-kitapsız kesmiş. Söyleyin Allah aşkına siz olsanız siz de kendinizi okyanusun orta yerinde bir başınıza bulmuşsunuz gibi hissetmez misiniz?” demek istedim. Çünkü bir açıklamayı hak ediyordu. Merak etmiş olmalıydı beni bunca kederlendiren şeyin sebebini. Eminim yüzümden belli oluyordu hüznüm ve öfkem.

O anda söyleyebilseydim bunları belki de telafi edebilirdim beklemişliğini ama ani bir kararla, bir miktar paramı çekip, hanımefendiye hiçbir şey söylemeden oradan uzaklaştım. Belki de böyle olması en iyisi idi.

Biraz yürüyünce, içimde kabaran öfkemin yerini güneşli bir gökyüzü aldı. Hava gerçekten harikaydı bir kış sabahı için. Hele ki haberlerin kar alarmı aklıma gelince kıkır kıkır gülmek geldi içimden o haberleri yapan muhabirlere, editörlere. Hadi muhabir bir heyecan yapıyordu da haberi, editörü hiç mi düşünmüyordu, acaba doğru mu yanlış mı, bu haber iş yapar mı yapmaz mı, yalan çıkarsa itibarımız sarsılmaz mı diye? Yazık yazık, neresinden tutsan bayat, un kurabiyeleri gibi dağılıyor dünya.

Maaşımın yatmış olmasının verdiği rahatlıkla ellerimi cebime sokup, yüzümü güneşe verip bir müddet otobandan geçen araçları izledim. Bilirsiniz, insan cebinde parası olunca ne yapmak istediğini tam olarak kestiremiyor. Seçenekler bir anda onlarca oluyor ve mutlak birini seçmek gerekiyor. Fakat maksimum faydanın hangisinde olduğunu bulmak için biraz daha düşünmeye ihtiyacım vardı. Bunun için belediye otobüsüne atladım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Bir şeylere karar veremediğim zamanlarda kısa, uzun fark etmeksizin yola çıkmak iyi geliyor zihnime. En azından benim için öyle.

Birden aklıma bir fikir geldi ve “duracak” butonuna bastım aceleyle. Otomatik kapı açıldı. Basamakta durmadım, tecrübeliydim. Ellerim cebimde yürüdüm birkaç yüz metre. O rahat adamların yüzündeki cool ifadenin aynısı vardı yüzümde, bundan emindim. Kim görse onlar da emin olabilirdi. Tıpkı zengin bir adam gibiydi duruşum.

Otomatik döner kapılı, koyu ahşap döşemeli, insanı sütlü sıcak bir muhallebinin içinde uyukluyormuşçasına huzurun içine atan müziklerin çalındığı cafe’ye yavaş ve sakin adımlarla girdim. Buraya en az altı ayda bir geliyordum. Bu mekanda bir kural vardı. Mekanın müdavimi gibi görünmek şarttı ve mutlak surette yabancı gözlerle etrafa bakınmak yasaktı. Çünkü bu tam da bir görgüsüzlüktü. Ben de her seferinde bir beyefendi gibi davranıyordum ve hep aynı köşedeki aynı yeşil kadife koltuğa oturuyordum. Hem buradan bütün cafe’yi görebiliyor ve fularlı adamlarla yüksek topuklu kadınların Helenistik bir edayla birbirlerine hitaplarını, gülümsemelerini keyifle izleyebiliyordum.

Bugün de aynı koltuğuma oturdum. Ancak sabahın henüz erken saatleri olduğundan neredeyse boştu içerisi. Nereden baksan onbiri geçmişti saat ve bu benim gibi adamlar için öğlen demekti aslında. Ancak zenginler için henüz gün yeni başlıyordu. Aman Allahım ne büyük bir keyif!

Tüm kibarlığımla garson kızdan filtre kahve ve çikolatalı kruvasan istedim. İkisi masada yan yana gayet şık duruyordu. Nazikçe bıçakla kestim ve küçük lokmalarla yedim kruvasanımı. Hatta bir kısmını da yemeyip tabakta bıraktım. Hepsini bitirmek böyle yerlerde çok ayıp kaçar. Kahvemi de bitirdikten sonra hafifçe arkama yaslandım ve çalan müziğin naifliğine bıraktım kendimi. Bu sahiden muhteşem bir keyifti.

Ama n’apacağıma hala kara verebilmiş değilim.

Tüm bu anlattıklarımdan ve kahve ve müzik bittikten sonra cebimdeki defteri açtım ve bunları karaladım. Belki sinemaya gidip iki-üç filmi artarda izlerim. Çıkışta da bir waffle yedim mi değme keyfime. Bebek gibi uyurum. Ama şimdi şu kadife koltuğun ve ılık huzurun tadını biraz daha çıkartmak istiyorum.

ocakikibinonüçistanbul