28 Ağustos 2011 Pazar


kimseyi mutlu edemiyorum.biliyorum.bilmekten ziyade,ziyadesiyle farkındayım.

puslu bir camın ardından bakıyorum bazen bazen silip kolumla iz bırakmışlıklarımı.çoğu zamansız parmak izlerim çoğuna dokunmuş elimin kirleri,bozdukları,kırdıkları,bir fütursuz göz ucuna hapsedilmiş sükut kahrından ziyadesiyle nasipli.çokca nasipsiz belki de.

 Ne olduğunu bir türlü idrak edememiş bir küçük ayna kırığında gözlerini arayan tüm çocuklar gibi hatta bir türlü büyüyememiş ölüler gibi.

Bildiğin,mutlu edemiyorum,parmak izimi hoyratça bıraktığım hayatları.ve nedense sesimin bulaştığı bütün yüzleri hüzne benzer bir şey kaplıyor nedense hep geceleri.hep geceleri özlüyor insan izlerinden bir yol bulup aslına ulaşmayı.
Keşke beni tanımasalardı.O’nlar.böyle küllere bürünmüş bir sigara ağızlığından medetsizce umut duymadan.
Karmakarışıklaşarak hiçkimsesizleşen insanlar gördüm çoğu saçımdan bir parça.avcuma her defasında düşen.ben gördüm diye belki o’nları o’nlar işte bildiğin gibi..

Her gece uyanan insanlar da gördüm.hiç ağlamayan.yalnızca yalnız başına bir uzun,sert,hayli rutubetli sigaradan öyle içli öyle derin öyle soluksuz öyle suskun bir nefesin taşıdığı tüm kederlerin eline yüzüne bulaşması gibi hiç ağlamayan. O’nları da sigaraya ben alıştırdım.hatta ağlamamaya da.

-en çok susana, elimle içirdim ilk sigarasını bir huzurlu kumsalda.güneş bile vardı deniz köpüğü de.-

Ve biliyorum.Ziyadesiyle.Suçlu ve yorgunum. Parmak izlerim durdukça göz uçlarında mutsuzluğum bulaşıyor önce sükutlarına. Mutsuzluğum birdenbire açan tüm siyah çiçekler gibi birdenbire dönüyor Luna’ya. Sahi kimdi luna? Hatırlamıyorum ki..hatırladığım bir akşam üstüydü otobüsler birdenbire kalkıyordu birdenbire yağmur yağıyordu beyoğluna birden bire bir kadın susuyorudu. Kadınlar da mutsuz olabiliyordu.hatırlıyorum.
Kimseyi mutlu edemiyorum.mutsuzluğum bir giz gibi büyüyor avuçlarında,çantalarında ıslak mendil taşıyan kadınların bile.

oysa yakışıyor bazen mutsuzluk.en çok tramisu yerken “iki çay” diyen bir ses düşlerken.


15 Ağustos 2011 Pazartesi



Şiirler çalıp  yayınevleri tükenmiş kitaplardan bir akşam şehri kurmak düşlüyorum boş sokakta.

Şeritler önce sağımda
Sonra yüzümde bir bir birdenbire şeritler
Hüzün mü düşüyor şimdi bin örs ağırlığınca bu yola
Bilmiyorumki. Bilmek isteyip istemediğimi de bilmiyorum zaten. Bir şarkı çalsın diyorum. Öyle güzel bir şarkı işte. Yeni bir film izler gibi heyecanlı birdenbire yağmura yakalanır gibi hani. Hani koşmadan öyle soluklar gibi baharı. Ya da bir kış akşamını.

Şeritler çoğalıyor birdenbire. Ayrılıyor önce yol sonra ellerim yedi parçaya.
Yedi ile bir alıp veremediği var bu gecenin ya da şeritlerin. Bunu biliyorum.

-Sahi sokak lambasına da üşüşür mü ki ateş böcekleri-

Bir şey söylemeden önce denize bakmıştı hatırlıyorum. Darmadağınık bir sonbahar akşamıydı. Akşamdan hemen evveldi aslında. Hani o bir gam yükü hüzün taşıyan vakitlerin birinde işte. Limonata istemişti anlamsızca. Oysa kahve o saatin en berbatıydı ve bu muhteşem bir lezzet taşıyordu limonata da neyin nesi oluyorduki. Kurumuş fesleğenler vardı siyah saksıda. Bitmiş bir kaç mum bir de masada. Sokak alabildiğine sessizdi. İşte o an ilişmişti sokaklambası gözüme. Birdenbire yanınca hani bütün sokak. Bir de kedi vardı. Anımsadığım.  

Şimdi hiç bir şey anımsamıyorum oysa.

Bir uzun cadde boyu bulanık kibrit kokusu sadece.
Hani bu bir türlü tutuşmak bilmeyen nemli kibritlerden. Merdivenli sokakta. Sokakta bir de heykel mi ne vardı sanki. Beyazdı.donuk bir beyaz boydan boya.

Cumbalardan akşam dökülüyor.Biliyorum. fransız balkonlardan kırmızı krizantemler.
Balkonlar da yediye ayrılıyor aslında. Bunlardan biridir küçük beyaz avuçlu çocukların düştükleri.

ama balkonlardır yine şeritlerle devşirilmemiş olanları.


Bilmem. Unuttum.
Yalanlayıp önce. Sonra kabul edip. Tabi önce, yani en önce, hatırladım.

Evvelinde toprak vardı avcumda.Çünkü bazı bazı, yani çoğunlukla,nerede olduğumu idrak                                            edebilme adına. Bir avuç toprak,avucumda.Hissedebilmek için sırf.

Zihnimin suskun kıvrımlarında en evveline dönmeye çalışıyorum şu anın. Kelimeler buluyorum üstü başı toprak ve çıplak. Anlamsız kelimeler. Bir şairin avcuna düşselerdi oysa bir düş bile olabilirlerdi. Oysa şimdi sadece hatırlamaya çalışıyorum. Kelimeler nasıl şeylerdi? Önce kim kırılmıştı,kalem mi kelam mı? Bilmiyorum. Hatırlayamıyorum belki de. Belki de şimdi burada hiç kimse ve hatta hiç bir şey yok. Şu akşamdan kalma berbat çay bile. Ya da donuk.

                Evet evet! Donuk! En iyi kelime. İlk hatırladığım kelime mi şimdi bu? “Donuk.” Bilmiyorum. Hatırlayamiyorum ya da?

Bunun zaten önem arz eden bir yanını da göremiyorum.

Ama kaybettiğim kelimeleri bulma adına bir uykusuzluk duruyor iç cebimde. Gözlerimi kapatıyorum. Gözlerimi kapatınca aklıma birden bire gelicekmiş gibi geliyor bütün kelimeler.

                Gözümün önüne ilk gelen kelime, “yağmur.” Donuk’dan daha iyi oldu bak bu.

Yağmura dair bir şeyler hatırlamaya çalışıyorum. Yağmurun sustuğu kelimeler vardı.Anımsıyorum. Puslu bir kış akşamından bulanık kelimeler düşüyor hatrıma. “Kırmızı bir tren geçiyor insanların içinden,sırılsıklam yalnızım. Şu rayların içindeki küçücük oluktan akıp denize ulaşmak istiyorum. Önce ellerimi sonra saçlarımı. “
Böyle bir şeydi galiba.

                Gözlerimi kapatıyorum yeniden. Bu sefer “Tütün” geliyor hatrıma. Bir şeyler anımsatsın diye zorluyorum. Tek hatırladığım ceplerimden sokağa boşalttığım. Hangi sokak ama burası? Göremiyorum bir türlü burası neresi? Yağmur biye durdu birden? En başa,ilk kelimeye mi döndüm yoksa yeniden;

“Donuk”

Onbeşağustosikibinonbir-florya