31 Aralık 2011 Cumartesi

Canım sıkılıyor sayın tahta masa. bugün yılın son günü ve benim canım fena halde..
'masa da masaymış hee' bile diyemiyorum. Nasıl oluyor böyle şeyler pek bilmem. pek anlamam zamandan ve takvimden.mesela takvim manasının 'kıvam' olmasının sebebini de öyle pek düşünmem ama şimdi canım çok sıkılıyor. Jeadavadusss torentili kornikop die bi isim bile uydurasım var hatta. istanbula yağmur yağıyor her yerimden seller akıyor arap kızı camdan bakmıyor ah canım saçma sapan sıkılıyor. yeni 'şey'lerin evvelinde hep böyle bunalırcasına sıkılır canım zaten. hiç yeni olmasın isterim hatta bazen öyle kalakalayım eskinin iç güveysinde öyle sıkıcı öyle tembel öyle değersiz bir pul gibi.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Bizi anlamayacaklar bir türlü. Hep o türlü filmleri düşünecekler.Hatta öyle ümit edecekler. 
Bizi hiç anlamayacaklar.
Mesela insan durup durduk yerde niye yediye takılır kalır ki?
Neden kar yağdığında sokağa koşarım ki hem?
Bizi anlamayacaklar.
Öyle kalıcak her şey. Uluortada kalmış gibi bir parti telaşı. Bizi anımsayacaklar hatta satır aralarında. Belki ölmeden bile. Misal senin yüzüne karışmış yüzüme ve yüzüne, önce toprakla örtmeden belki de.
Belki akşam olacak ve ay en umulmadık anda bir asma fener gibi çıkıvericek birdenbire karşımıza deniz ve köpük ayaklarımıza dolanacak ayak bileklerimize tırmanacak beyaz istiridye kabukları 
beni hiç anlamayacaklar 
beni hiç anlamayacaklar
sesi yakın insanlar tuhaf bir hevesle..
uzakları belki bir avuç küfürle..
anlamayacaklar 
bizi.
tuhaf bir bemol gibi.yağmurun kirleten yanlarıyla.ve sonbaharın en pis cam kenarında.sonra mide bulantısı.kötülükler balladı. ölü şemsiyeler. ölü kadınlar. ölü ağaçlar. ölmek üzere bi adam yanıbaşımda gülümsüyor. bu sefer viski içmiş bi şişe. gülümsüyor. viski öyle keskin. ayakta durmuyoruz hiç birimiz. hiç birimiz kıpırtısız. bir tanesi var boynunda zincir. iri yarı suskun. yarımyamalak gülmüş. öyle duruyor. duruyoruz.güldüğümüzü zannediyor izmaritler altında kaybolmuş küllük.küllükte son bir nefese ait ot kalmış kimse birbirine bakmıyor. kusmak için en iyi zaman. ama o üstüme kelimelerini boşaltıyor. susuyorum. konuşsam nefesim viski kokacak biliyorum. midem bulanıyor. kış gelmiş.kimse anlamıyor. biri var içlerinde. bi ara gözgöze geliyoruz 13.katta. sakalları fena halde uzamış. bu adamı bi kere bi kadın marizledi. kimse üstüne laf etmedi daha. saçları her yana dağılmış adamın gözleri kan çanağı. gözleri,her yana dağılmış. bir an gözgöze geliyoruz. olymposta oluyoruz birdenbire.birdenbire anlıyoruz birbirimizi.yüzümüzü dönüp birbirimize bir birbirimizle konuşuyoruz. kimse anlamıyor.


kimse anlamayacak bizi zaten.biliyorum. yine böyle kapıyı çalmadan girecekler odama ve ben yine öfkeme gem vuramıcam.


ama umrumda değil. belki anlasalardı böyle olmazdı hiçbiri. anlamasınlar ben yine sana gelicem yanında uyumak için. 

27 Kasım 2011 Pazar

beni bıraktılar.
başaşağı bir yağmur içinde 
nasıl bırakılırsa 
öyle.
birdenbire kış geldi
sesimi koymuştum buralarda bir yere
bulamıyorum.
yol oluyor bir yanından ölüm tutunca
bir yanımda merkez kaç kuvveti
kaçıp nereye saklanabileceksek sanki.
Nuh'un oğlu geliyor gözümönüne
bir fırtınanın kahrına kurban kuşların ağıtı gibi
beni bıraktılar.
tüm sosyalfobi suskunlarına örnek teşkil etmesi amacıyla
başaşağı bir kar altında
dört parçalı kristal buz kütlesi oldu gözlerim
su akıp gitti yolun kenarından kire bulanarak
kirlendiği yerlerin anılarını susarak
beni bıraktılar.
zamanın akışı dört dünya quarkı boyunca sabit kaldı iç cebimde
biraz tütün bulaşmıştı elime ve yüzüme
yol kenarında birini bekler gibi
sonbahar bitti birdenbire
kış geldi
kanserli bir hücre nasıl çoğalmayı vasıf bilirse kendine sonsuzca
beni bıraktılar.
aynaya bakamadım.saçlarım nasıldı baş aşağı.
gözlerim nasıl böyle kanlanıyordu sahi
sonra yol bir de.kıvrım ve karanlık ve başaşağı.

ikibinonbirkasımyirmiyedi-fulya

22 Kasım 2011 Salı

eskiden yazılar yazardık parşömenlere. parşömen göğe dağılsın ve zerre adedince hatıramız ve zerre ömrünce anı olarak..

Eddie Vedder - The Times They Are A Changin'

eskiden böyle şeyler olmazdı. işten çıkmazdık mesela eskiden.henüz eskimemişken. bir kaç defa da olsa bilye oynamışlığım vardı mesela. eskiden küçüktük ve gizli gizli sigara içmek hayatımızın en büyük heycanıydı. sis çökerdi sonra istanbula,sisin içinden koşardım,en sevdiğimdi. böyle değildi hiç bir şey önceden. böyle birdenbire karanlık çökmüyordu böyle penceresiz olmuyordu odam,ev böyle sessizliğe boğulmuyordu,göğsümün üstünde her an beni boğmak için bekleyen rutubetli bir piton yılanı durmuyordu. power rangers oluyorduk,bir kere şeker veren kıza aşık olabiliyorrduk,sayıların hiç bir önemi yoktu kelimelerin yanında ve tahtaya her son derste çizilen tweetyle konuşan insanlar saçma gelse de yağmuru seviyordum. doludan korkuyordum. hava gün ortasında kararınca kıyamet kopacak sanıyordum ve izmirden nefret ediyordum. izmire kar da yağmıyordu zaten. izmir..bir buruk yalnızlaşlma-yozlaşma öncü çocukluğu. ilk aşk,ilk şiir,ilk gizli defter,ilk suskunluk. ilk kez arkadaş diye bir şeyin varlığına da orda hasıl olmuştum ya. konakta yüzüklerin efendisini izlediğim şan sinemasını nasıl unutabilirimki. ya da karşıayaka D&R'ı. haftasonuydu. yurttan izinliydim. alsancaktan vapura binip karşıyakaya geçmiştim. eve gitmeyi sevmiyordum,haftasonları bile. çocuktum.küçücük ellerim kocaman dişlerim vardı. vapur dehşet derecede güzel gelmişti bana. bulutlu bir havaydı. dokunsan yağmur yağıcaktı körfeze. körfez o zamanlar nasıl bunaltıcı olurdu. vapur ne güzeldi. alsancakın kaldrımları sonra.. karşıyakada indim vapurdan. iskelenin üstünde D&R vardı. zaten başka hiç bir yer bilmiyordum karşıyakada. öyle daldım içeri. alt katta müzik-film cd leri vardı. asma kata çıktım. her yer kitapla doluydu. küçücük kalmıştım onların yanında. ağır koyu yeşil ve ahşap renkliydi her yer. kadife kelimesini hatırlatıyor orası şimdi bana. elimde küçük beyaz bir poşet,poşetin içinde kocaman erikler vardı. hem kitaplara bakıyor,rafların önünden yürüyor hem de poşetimdeki erikleri yiyordum. da vincinin çizimleri olan bi kitap vardı biraz ona bakmıştı hatta çıplak insan figürlerine gülmüştüm gizli gizli. o kitabı bırakıp biraz ilerledim. bu sefer national geographic e ait devasa bi fotoğraf albümü görmüştüm. kitap neredeyse boyum kadardı. güç bela aldım kitabı,hemen orda yere oturup fotoğraflara bakmaya başladım. sağ yanağımı şişiren eiği yemeği unutmuştum,öylece duruyordu orda.çünkü harika fotoğraflar vardı. kocaman bir şelale..devasa koyulukta inanılmaz yeşile boyanmış ağaçların altında upuzun,ıssız,sessiz,puslu bir nehir sonra..sonra birden yükselmeye başladım,kitap kucağımdan düşüyordu,tutmaya çalıştım beceremedim,güç bela erik poşetime yapıştım. iki kolumda iki adam vardı ve beni yukarı kaldırıyorlardı. gri gömlekleri,bellerinde silahları ve yıldız şeklinde plastik sarısından rozetleri vardı. nolduğunu anlamamıştım. gerçekten her şey ama her şey anlamsız geliyordu. beni bi odaya götürdüler. neredeyse karanlık derecesinde loştu. havalandırmanın kulakları sağır eden gürültüsü duyuluyordu. deli gibi korkmuştum. ama dik durmaya çalışıyordum. ne kadar dik durursam durayım yine de amaların göğsüne kadar bile gelemiyordum. ani bir hareketle ceplerime ellerini daldırdı iki adamdan biri,bir diğer adam daha vardı,o da kapının önünde duruyordu.karanlıktı. sonra erik poşetimin içine baktılar. hala anlam veremiyordum olup bitene. sustuk bir müddet. o anda havalandırma da susmuştu. tüm dünya susmuştu sanki o an. bir diğer rozetli " tamam gidebilirsin" dedi sonra. bulanık bir rüyaydı tüm dünya,nereye gideceğimi bilmeden kapıya yöneldim,mağazanın içine açılıyordu kapı. deli gibi dolaşmak istiyordum mağazayı ama korkmuştum. hemen aşağıya,iskeleye indim. bankta oturdum biraz. rüzgar çıkmıştı. deniz dalgalanmıştı. o zaman anladım,beni hırsız sanmışlardı. içimde bir yer fena bir şekilde incinmişti. işin belası o zamanlar küfür etmeyi bilmiyordum. 
ilk vapurla geri dönmüştüm alsancak'a. büfeden dometesli,kaşarlı tost yemiştim. sonra yurda geri dönüp walkmanime yeni pilleri takmıştım. o zamanlar sadece müzik dinlerdim. neredeyse kimseyle konuşmadan. zaten konuşmayı pek sevmezdim. ama masa tenisi oynamayı da severdim. etütleri kırıp masa tenisi oynamak çok keyifli gelirdi. yakalanınca dayak yemesi başka bir konuya mevzu bahis tabi. siz hiç küçük bir çocuğun etütten kaçıp masa tenisi oynadı diye dayak yediğini gördünüz mü? ben gördüm,çok tuhaftı.
okulun bahçesinin karşısında bir zeytinlik vardı. orayı severdim. arka bahçede bir yer vardı,orayı neredeyse kimse bilmezdi. zeytinliğe geçilebiliyordu ordan. her akşam okul çıkışında oraya giderdim. bir kaz'ın yuvası vardı orda. bir sürü yumurtanın üstünde otururdu. her okul çıkışında gidip onu izlerdim biraz,sonra yurda çıkardım. bazen aşçıyla karşılardım,aşçımız çok iyi bir adamdı. Nuh Usta. çiçekleri çok severdi. bi gün beni alıp terasta bir yere götürmüştü. çocuk olmama rağmen benimle büyükmüşüm gibi konuşurdu. terastaki çiçeklerini göstermişti bana o gün ve o gün ilk defa hayatımda kadife gülü'nü görmüştüm.siyaha yakın bir kırmızılıktaki bu gül benim aklımı başımdan almıştı. öyle çok beğendiğimi gören Nuh Usta solmakta olan kadife güllerinden bir tanesini koparıp bana vermişti.öyle mutlu olmuştum ki. Nuh Ustayı ne zaman görsem, "Nuh amca ne ne zaman kabak tatlısı yapıcaksın" derdim. çok güzel kabak tatlısı yapardı ve bana en az üç porsiyon verirdi. kim bilir şimdi nerde. 
yurdun sokağındaki caminin duvarında bir yazı yazardı,yıllar geçse de unutmadığım, "istemem nakl-ü cenazemde çeleng-ü aheng/debdebe ile gidilir saha değildir makber"
hatırladıkça hatıraları hatrıma gelir bu cümlecik. kabak tatlısı,kadife gülleri,arka bahçedeki erik ağacı,korkudan tirtir titrediğim yurttaki ilk ve uykusuz gecem..şimdi hepsi uzak çok uzak bir düş gibi..şimdi hepsi bende..şimdi hepsi içimde bir kapı.
hatırlarım hala o zamanki aşklarımı dahi. E. A. vardı. garip bir kızdı. yarı umursamaz yarı utangaç,nerden baksan erkek gibi kız diceen nerden baksan duygusuz ama bi okdar aşık gizli gizli,çocuk kalplerle aşk nasıl uyuşursa öyle kücük,heycanlı..boks falan yapardı.hatta bi defasında onu sinirlendirmiştim ve dudağımı patlatmıştı. şimdi tuhaf bi tebessümle andığım zamanlar..en son on altı yaşımda görüşmüştük onunla. benim için kocaman gri bir atkı örmüştü.istanbuldaydım artık. ilk defa kargo almıştım o zman hayatımda. atkının içinden "bir leyla düşlemesi" die bi kitap çıkmıştı. ne sunta adammışım kıza bi geri hediye bi şey yollamamıştım. çok da görüşmemiştik sonra zaten. 
Bir memduh var.ama onu sonra anlatıcam.

şimdi tüm bunları niye anlattım bilmiyorumki.
aslında anlatmak istediğim daha milyonlarca şey var. ama,

"Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlaterı ve Ackleyyi bile, sözgelimi. Sanırım o lanet Mauricei bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."


http://www.geolocation.ws/v/P/50297844/karyaka-vapur-skelesi/en







21 Kasım 2011 Pazartesi

içimden bi hikaye anlatmak geçiyor.
-bi kadın vardı. yok gibi bişeydi.
die başlayan.ama çok uykum var şimdi.şimdi yalnız uyucak olmak da işin cabası.
dünya bir şekilde dönüyor.boşver tüm bunları.biraz bira.biraz müzik fln. içimde bi yerlerde mesela göğsümün yedi kat altında bi hikaye var,adını bilmiyorum.insanlar yaşıyor orda,rutubetli seslerini duyuyorum.ama şimdi içimden hiç bir şey anlatmak geçmiyor.şimdi uyumak istiyorum ben. şimdi hiç uyumak istemiyorum. aslında soluk bi çorbacıda şiir yazmak istiyorum,sarımsaklı sosun başucunda. karışık turşu da olmalı ama. üstüne adana dürüm?bu saatte midemi rahatsız eder.aman ya ederse etsin.biranın mayası mideyi rahatlatıomuş öle diolar.canım çok sıkılıyor.gidip bişiler yemek en iisi. sonra uyurum. canım hiç bir şey anlatmak istemiyor şimdi.
bu akşam böyle bi boşweresim war her şeyi.aslında öyle diil.aslında bu akşam herkesi umursayasım var insanlar dışında hiç bir şey mesela.. mesela gülmek istiyorum bu gece. hep iç bayıltıcı saçma kelimelerimle sıkıldım la ben bile. bu akşam böyle bi gülelim fln dedim hepberabercene.gülmeyi pek yakıştıramasam da yüzümde.
mesela bu akşam görkem aradı.kalk gel önderleyiz dedi. gitmicektim önce,derviş zaim filmlerini izlemem gerekiodu eleştirilerini okumam gerekidou fln fln.. sonra aman boşwer ya dedim.nolucaktı sanki okul fln uzasaydı zatn uzucak okulum her türlü. gittim.görkem ve önder.o melul yarıkahkaha yarı durgunyüzleriyle ve pek tabii bi ton içilmiş çay ve sigara artığı ile. çay en ucuz olan çünkü. ama görkem,paşamız yani,her seferinde bi kaç bardak çay içtikten sonra mutlaka bol şekerli türk kahvesi içio tabi bazı bazı pasta browni gibi şeyler de söylüo yanına. bu aşamki gibi. pasta söyledi garsona yine.ben de çok doalca,iki servis alalım lütfen dedim. o anda görkemin gözlerni görmelydiniz.ilk defa tren gören bi insanın dehşet dolu gözleri gibi ve içinden her an fışkırabilecek dexter vari bir canlı,edasyla baktı.korktum.irkildim.neredeyse tamam abi bütün hesaplar benden dicektim.ama sonra vazgeçtim çünkü bütün hesabı ödemektense beni yaralaması fln daha ii olabilridi.neyse saçmaladım. oturduk öyle bi müddet dışarda.kimsenin neredeyse yok denecek kadar sigarası yoktu. havadan sudan fln bahsetmedık. onların ufak tefek hastalıklarından önderin yalnızlıından fln konustuk.ama baya baya güldük neredeyse. üşüdük dışarda. içeri geçtik. berberlerden bahsettik.berberlerin ne kadar mal iş yaptıklarından.mesela bi berbere gidersin kırıklarını az al dersin subay traşı yapıp yollar. önderin kuzeni kendi saçlarını kendi kesiomuş ben de bu sefer ona kestirmei denicem farklı bi deneyim işte. ama önce randevu almam gerekiomuş.
seviyorum böyle arkadaşlarla dostlarla,arda kalan,üç beşiyle oturup gülmeyi. bak yine hüzünlendim lan.yok bu gece öyle şeyler. biraz kafası güzel bir adam gibi her şey olsun bu gece. sonra bakarız. gerçeklik algısına fln.
önderin bu haline üzülüyorum bazen. ama iyi de oluo diom aslında,bişeyleri tecrübe edio ve tecrübe güzel bi ders alma şekli olsa gerek kanaatimce.
peki sonra?
sonrasını hiç kimse bilmio
mesela merak ettim bi şey var. acaba önce kim ölecek?

18 Kasım 2011 Cuma

Biraz önce uyandım. ne ara uyudum bilmiyorum aslında. aslında kitap okuyordum. içinde dilemma
 kelimesi geçen. sonra köpek sesleri duydum.uyandım. uyuduğumu hiç hatırlamadan. kitap hala kaldığı yerdeydi ve sanki kendi kendine okunulmaya devam ediyordu. an'ın içine hapsolmuştu tüm hikeye ve sonsuz bir döngüyle yenileniyor yineleniyordu hikaye orda uzakta quarkların içinde bi yerde süreksizce.çünkü kıyamet netti. -di li geçmiş zamanda kıyameti anmak nasıl bir anlamsızlıksa gecenin yarıya yakın vaktinde ve şimdi. tıpkı dönen bir çember gibi. ve tıpkı Ane Brun'un  'The Dancer' şarkısı gibi. onda da öyle bir şey var. 
şimdi ben de ne var? uyurken köpek havlamalarını duyabiliyor muydum sahi? 19kasım.ikibinonbir.evimdeyim ve lanet şekilde yorgunum. aristonun poetikasından sınavım var. kızlara , poetikadan aşırdığım kelimeler bu sefer yeterli olmayabilir.lanet şekilde yorgunum ve şimdi tam şu anda kar altında bere takmak istiyorum turuncu sokak lambası filan. bereden nefret ederim halbuki. halbuki canım hiç bir şey yazmak istemiyor şimdi ve biliyorumki yazdıktan sonra sileceğim yine. sileceğim kelimesini silicem diye okuyoruz halbuki sileceğim ne mide bulantısı bi kelimeymiş yazılınca böyle.aptal türk filmlerindeki aptal kadınlar gibi. gerçekten gerizekalı kelimesini seviyorum ama. bazen sırf iltifat etmek için gerizekalı diyorum karşımdakine gülerek. bıçaksırtı bi monalisa gülümsemesi beliriyor suratlarında insanların bu iltifat karşısında. hoşuma gidiyor bu halleri. tedirgin bi heves gibi.


saat ilerliyor.uykum yok. evde kimse nefes almıyor. köpekler de sustu. tuhaf bi his. tek başınaymışsın gibi sanki. bişeyler atıştırdım mutfakta. two and half man i izledim biraz. cnbce de denk geliyorum geceleri bazen. biraz gülüyorum. bu sefer berbattı ama. hazırladıım sandvic gibi.
ama bir defasında dehşet bi sandvic yemiştim hayatımda ilk defa okadar büyük kocaman ve lezzetli güneşli bi sandvic görüyordum lanet sandvic ne kadar lezzetlydı hiç bitmesin istemiştim. karşımda yirmi üç tane güneş gözlüklü adam oturuyordu hepsinin elinde beyaz kağıt vardı. önce halka oluşturup bir şeyler konuştu ortadaki daha koyu güneş gözlüğü olan adam. parkta onlar ben ve Luna vardı.sabahın vaktinde o kadar janti ve güneş gözlüklü adamın beyaz kağıtlarla ne işi olduğunu bir türlü anlamamıştım.sonra halka dağıldı. asimetrik şekilde kanepelere oturdular. beyaz kağıtlara bir şeyler yazıyorlardı. gerçekten çok saçmaydılar. bir kitap vardı .ben kahkahayla gülmüştüm. ayakkabılarımla bağladıktan sonra.hepsi duymuştu yemin edebilirdim ama biri olsun dönüp bakmadı. beyaz kağıtta 23 güneş gözlüklü lanet adam vasiyetlerini mi yazıyorlardı hayatı bunca ciddiye aldıktan sonra,anlamadım. 
sonra kalktım gittim. kumsala indim. deniz huzur veriyordu. ruhuma. deniz muhteşemdi. deniz bir daha öyle olmadı muhtemelen. muhtemelen bir daha öylesi.sabahtı ve bir sigara içtim sadece lanet bir sigara ve güneş ışık hızının beş milyon katı hızla battı. sigaram yarıya gelmeden yıldız bile çıktı.ölü gezegen artıkları. sonra Luna. Ölü bir gezegenin son ışığı?
hep düşünürüm,ışığının erişebildiği yıldızlar ölmüş çoktan derler ya hani. hani bazıları hala hayattadır derler ama. peki Luna? ölü bir gezegenden çok daha fazlası. rikkatli bir rayiha. karmarışıklaştıran alfabesizlik. ve 23 güneş gözlüklü beyaz kağıtlı janti adam bir de. ellerinde kalemler resim yapıyorlar.berbat bir eskiz,yüzüme dair,tadsız.









11 Kasım 2011 Cuma

bana söylemediler böyle olacağını.
birden karşıma çıkmayın korkuyorum dedim inanmadılar. 
böylesini nasıl sevecektik bilmiyorum. bilmiyorum. 
an'ın içinde. bir büyük aptal kutusunun içinde. nasıl sevmekti bu böyle. 
bir derin nefes.
boğazda fena halde yanma. 
göğsünün üstüne sonra,tunçtan bir örs. 
7gün7gece uzakta. 
dağılıyor duman biraz daha çek içine hadi. pencereleri açma. 
dağılmasın hiç bir şey dağılmasın buncacıklığımız.dağılıyorum zerrelerimden nazenince dokunurcasına. 
dağılıyorum kar'a. hiç yağmur yağmasın. olsun.ama bana söylemediler böyle gülemeyeciğmizi bir daha.
böyle olmasındı hani. hani söyleyecektiniz okul servisi gelmeden. hani.ben oynamak istiyorum hala kimse gitmesin evine olsun bırak güneş batsın akşam ezanları okunsun bırak kimse gitmesin eve.
eski yüzleri bana bırakın. hepsi yaşasın bende. eski yüzleri. eskiyor.yüzüm.eski.eskidim.parşömen dağınık her yanım dağınık.kimseye.sen böyle düşünmedin. ben de böyle. düşmedim. 
kimseye söyleme bana.yalnız. gül kurusu atkı mı olmalı boynunda,sonra o şeker kokusu,tıklım tıkış tramvay geçer geçmez önümden karşımda soluk kış sarısı ampulu sokakta. sonra kar. yalnız. yalnız kar.son şeker kokusu. sonra atkı. böyle olacağını kimse söylemedi bana.
bana böyle söylemedi ana sınıfında öpüştüğüm kızlar. kelimeler yeniden sonra sonra yıpranmış yağmur artığı. sonra kimseler yok. yokun yokluğunda. yok. seni kim üzdü böyle

"Söyle ne içersin, çay mı kahve mi
Çok değişmişsin birden tanıyamadım."


onbirkasımikibinonbir-beyoğlu

10 Kasım 2011 Perşembe

kurşuna dizilen çizgi film figüranları

şimdi sen uzakta
uzakta tüm şehir ve ellerim uzakta
çok yakında postmodern bir darbeyi hazır eder gibi tüm askerler
hizada, bağcık bağlıyorlar boynuma
sen çok
çok uzakta
gözümden seçemediğim bir kan pıhtılaşması sarıp bir de her yanımı
yanını
yakın göstermeyen bir türlü
hani diyorum sen şimdi
başımın altında dizlerin bir de 
hani o hüznü silen kar akşamları kahkahası gibi
tahta bir masada şaraba dökülürcesine
öyle tank seslerinden çok uzakta
hatta bir martı mesela
bahar sabahına atfedilmiş
ha bir de bir piknik pek tabii ,güneşli deniz kıyısında
ama sen şimdi çok hatta uzakta
büsbütün postal korkusu
ha geldiler ha gelecekler ürpermeleriyle yatağın toza bulanmış yanında
 
içinde rakı geçen cümleler bir de
böyle akşam olmasa diyorum böyle biçare
işin belası uyumamışız hiç öyle boylu boyunca.

tek gözünü kapatmış miğfer 
şakaklarımdan hicran geçiyor
ömrünce gulag orkestar duymamış asker 
cebinde mandalina var
titrek bir sigara buğusu karanlıkta,en arkada.
hepsinin yüzünde yüzüme dönen tren çığlığı geçiyor
kaçak silahları sınırdan geçirecek

susuyor her şey sonra 
başucumda tanklar patlamışcasına
susuyor

yalnız
emre müptela 
mandilana kokusu.

onkasımikibinonbir-bomonti

5 Kasım 2011 Cumartesi

Her şey yalnızlıkla ilintileniyor. Kelimeler dahi.

Durup bir kalabalıkta bazen, bazen soğumaya yüz tutmuş aptal bir küvette sigaradan büyükçe bir kül düşerken ,donuyor zaman. Öylece duvarda bir film ve filmin en anlamsız sahnesi varmışçasına.  
Ellerimi tanımıyorum önce. Sonra gözlerimi kapatmak gelmiyor içimden hiç. Büsbütün soluk ve kurumuş hatta ölüm katılığı çoktan geçmiş bir şiirin hiç hatıra gelmeyen hengamesiyle.
Kapı çalıyor. Lanet kapı ne zaman çalsa koşup saklanmak geliyor içimden içinden adımın geçmediği içinde hatrına düşmediğim insanların şehrine. Lanet kapıyı kim çalıyor böyle bilmiyorum. Kalkıp açmıcam. Açmıcam işte! Sigaramın külü düşüyor ve donuyor her şey. Rakı var mıydı dolapta bilmiyorum. Anason ne güzel kokardı şimdi,yağmura teslim olmuş sokak sesiyle. Kapıyı niye tekrar çalmadı? Kimse her kimse neden yine çalmadı? Acaba öldüm mü kaldım mı merak etmeden dönüp gitti mi öyle? Keşke açsa mıydım lanet kapıyı?! Sevmiyorum kapının çalmasını. Bu pizza kutularını da sevmiyorum. Rakı var mıydı sahi dolapta? Kedi vardı buralarda bir yerlerde nereye gitmiş? Kaçtın mı kedicik? Midem fena halde acıyor neden bilmiyorum. Her şeyi denedim bugüne kadar midemle alakalı. İlaçlar aldım kutular yuttum ağaçlar kesip kaynattım çörek otu ve bal ile karıştırarak her birini ama yine de mide sancım. Bin yıllık çocuk gibi. Çocuk. Hep. .cocuk. çocuklar. Çocukların arkadaşları. Çocuk. Kadınlar ve çocuklar. Çocukların aptal şarkıları. Çok çocuk. Çocuğun dizi. Çocuk. Balıklar ve deniz. Akvaryumum nerde. Çocuk. Hepsinden birazdan midem sancım durmucak  galiba.çocuk küçük küçük,küçük küçük sigara izmaritleri küçük küçük çocuk sesleri küçük küçük ufacık hastane korkuları beyaz tentürdiyot kokusu araba kornası ağlayan bir kadın çocuk küçük televizyonda akşam haberleri ve aptal hemşireler çocuk sus çocuk pus çocuk nerde çocuk şimdi suspuscocukcacokluklacoğunluksuz. (kırın kapıyı,saklandım yatağımın altına,n’olur)

Bu çocuk da nerden çıktı geldi şimdi. Kapı da çalmadı hala. Hala kıpırtısız sigaramın dumanı boşlukta. Usulca nasıl olursa nasıl sokulursa sessizlik öyle pervasız  bir deniz kıyısına inip ayaklarımı kuma sokmak soğuk ve güneşli. Her şeyin hiçbir şeyi diye klişe bi laf var mıydı. Klişeler ve arabeskler öncü gençlik zamanlarına düşen şimdiki çocuklar. Şimdi çocuklar nasıllar acaba nasıl deniz kıyısında mesela.mesela nehirde yüzmek nasıl olurdu onlar için şimdi. Şimdi ki çocuklar nehirde yüzdü mü hiç sahi. Ben yüzdüm. Hem de asma bir köprüden atlayıp  buz gibi yosunlu suya. Denize ulaşabilmiş bir nehre. Nehirler ve göller aslında. Aslında hatrıma gelen şimdi,”ölüm ışığa uzanmış” diye bir şarkı. Ama bazen bazı adamlar da var mesela,kanserli kentlerin çığlığıyla son trene güç bela yetişmiş. Canım sıkılıyor fena halde,fena halde mide sancım,donuk bir sigara külü havada hala ulaşmadı metal küllüğe. “Şimdi sen de yoksun yanımda” kapıyı aralık bırakıp bu Beyoğlu sokaklarından denize varmak şimdi güneşli bir sabah gibi şimdi bir çocuğa pamuk şekeri alıp gülümsemesini izlemek aslında. Aslında .aslımın asılsızlığı falan filan. Maskeler fln filan. Martılar vardı ha bir de kumsalda ayak izlerimin üstünden geçen üstüme düşen sonra bir martı vardı büyükadada bisikletle ezdiğim ama ölümden kurtulan kocaman gri bir martı. Gri martıları sevmem zaten ama o zaman yanlışlıkla olmuştu. Sahiden söylüyorum bunu,o martıyı yanlışlıkla ezdim. Hani yanlışlıkla kırmızı bir balık parmağa çarpmıştı ya öyle işte. Bir akvaryum almalıydılar çocukken önce. Canım çok sıkılıyor. Pera müzesinde Osman Hamdi Bey in sergisi varmış Nasıl da hayrandır insanlık nasıl önce kaplumbağa terbiyicesine herkesin bildiği ama kimsenin lanet tablonun tahayyülünü hatrına getirmeden öylece ucuz baskısını duvarlarına asmayı bir halt sanmaları fln.. küvetimin karşısına ben de asabilirdim onu. Ama cok anlamsız olurdu. Beyaz seramik çok daha iyi. Gri desenler de var üstünde hem. Film izler gibi bakıp film izliyorum mesela bazen o desenlere bakıp sigara külüm düşerken donuk bir zamanın içinde. Ne saçma. Aslında güneşbalkonlu bir çatı katı galata kulesinin dizi dibinde tatlı ufak küçük bir şey.deniz gören sigara izmaritleri bir de. Canım cok sıkılıyor. Kar yağsa galataya ne güzel olurdu şimdi. Kar yağsa üstüme sonra avuçlarıma kar yağsa bir kadın güler gibi şeker kokusu sinmiş sıcak atkısının içinde üşümüş burnuyla. Kar yağsa şimdi. Şimdi kar. Saçlarımda eriyerek eriyerek turuncu sokak lambaları kuzine soba falan bir köyde dağ evinde gaz lambası, hatta ıssızlığın insan yanları mesela..İnanielinanielinanielinanielinaniel.ağıt gibi bir şey. Bazen bir ağıt..canım cok sıkılıyor. Bazen dolap da rakı olmalıydı diyorum kokusu caddelere taşan çağıltısı içime dolan buzlu bir rakı. Ne saçma. Her şey nasılda saçma. Her kesin ifade biçiminde ne çok saçmalık. İçimde karartılı bir yalnızlık. Yok bu cümleyi söylemicektim şimdi. Bu cümle çok eskiden. Eskiden eskimemişken ne güzeldi. Bahçelievlerdeydi evim. Kocaman bir ev. Kocaman apartmanda. Cerenle pelin vardı cerenin dişlerinde tel. Gökhan vardı bir de her akşam annesinin Gökhan diye bağırışını hatırlarım. Bir de pencerem vardı sarı küçük kamyonumu önüne çektiğim. Önüne çekildiğim bir pencerem vardı büsbütün çocukları izlediğim çocuk yüzümle büsbütün gülüşmelerini. Çocuklar . sonra bahar çiçekleri bahçedeydi. Evler o zaman gerçekten bahçeliydi. Bir intiharın ne demek olduğunu ilk öğrendiğim vakitte. Biri intihar etti dediler koşarayak koştular adamlar kocaman ve kocaman kadınlar gri bir evin önüne iki katlı. Çok sesli sustular hepsi. “İntihar” demişti boşlukta biri. Boşlukta sallanmış çocuğun ayakları boynunda mor bir halka,göğsünde hırıltı,intihar dedi boşlukta biri. İlk intihardı ömrümde. Sokakta susan çocukları ilk görüşümdü. Penchttp://youtu.be/xr_DgBlHLiMeremin önünden koşan adamlar. İntihar dediler. İntihar nasıl bir şeydi ki nasıldı “kendini asmak”..birdenbire nasıl olsundu.son bir büyük tebessüm belki dudaklarında çocuğun,boynuna geçirirken tebessümlü dudaklarına sürtünen küf kokulu ip ,çocuk,uzakta bir şeye bakar gibi uzakta bir buluta uzakta çok uzakta ışıklı bir lunaparka,günün son ışıklarıyla dünyanın ilk ışıklarının birbirine kavuştuğu karıştığı vakitte,hiç kan dökülmeden özenle yıkanmış halıya.kimse kızmıcaktı ona. Çünkü halıya dökmemişti bu sefer dondurmasını bu sefer kanını da.tekrar yıkanmak zorunda kalmıcaktı halılar. Halıların desenleri sonra,kenarlarında araba yolları olan,küçük mavi bir mustang in geçebileceği kadar. Oraya da..sonra hiçbir yere.sonra hiç..



30 Ekim 2011 Pazar

önceden ve sonradan önceden ve sonradan ve büsbütün bir an'ın yokluğunda.

sonrasının ne olcagını hiç bilmeden boşluğun üzerine adımlar atarak ve bir şeyler üstüne kelimeler fısıldayarak.
çünkü en güzelini gizliyor kelimeler en güzel örtüyle bir giz susmasının.

sakın söylemeyin kimseye burada oldugumu kimse bilmesin sokakta gezen bir başka adamla yüzümü değiştirdiğimi. Nolur söylemeyin karanlığımı.

Artık cümlelerin ne önü ne ardı.
Hatırlarım zamanları. Tek bir an gibi. O zamanlardı bu zamanlardan başka. Önce kağıdı ve mürekkebi yoklayan ellerimle. Önce kelimeleri seçen sonra isimleri. Önce satır başı yapıp öncü yalnızlıklardan bahseden önce kendim gibisinden.
Şimdi.Hepsi bir anda sökün eden bir çağıltı. Hepsi birdenbire kelimeler.Sadece.Had Gadia Ne ben ne öncesi ne sonrası.
öyle birdenbiresi işte.

Mesela yağmur yağmıyor bir türlü. Mesela bir türlü bu şehre adam akıllı bir kar yağmadı o en son floryada çocukların hiç uğramadığı bir parkta gülmüşlüğümüz gibi. Mesela bir daha bir daha çok daha..

Anlamını yitirdiğim onca ağıt isimleri onca umut kelimeleri onca şiir yazan kül adamlar.Hepsini unuttuğum.Öncesini ve sonrasını.Öncesiz ve sonrasız süresiz bir an'ın içine hapsolarak hapsederek opal anason dumanını.

Mesela korkuyorum hala karanlıktan mesela hala hatrıma geliyor bazı şiir kelimeleri mesela bazı isimler bazen yüzler mesela ilkokul zamanlarının vişne suları mesela mertere giden bulantılı bir servis boğukluğunda birden bire tutan bronşit krizleri mesela bir yağmurlu izmir akşamında ilk çocuk midesi sancımın sokakta kalmışlığıma armağanı mesela hastaneye kaldırılan adamları hatırlıyorum bazen ve çoğusu bir tütün adıyla mesela hatırlıyorum bazen durdurak bilmeden yeşilköyde birdenbire açan beyaz erik ağacını ve gecenin yarıya yakın vaktinde koşarayak hastaneye kaldırışlarımı. En çok çocuk yüzümden anımsadığım. En çok yakındığımı bilmeden mesela hep mesela diyerek mesela hiç bitirmek istemeden mesela şimdi bu süreksiz kelime bulantısını. Mesela her iz bulantısını kelimelerle ilintileyerek mesela her an'ı mesela hiç kaybolmasın diye. Çünkü ölücekler yazmazsam. Hepsi bende. Hepsi bir suskun iç çağıltısı. Bazı fütursuz aylak adam tavrı. Ama ölecekler yazmazsam bir bir hatta birdenbire. Her şey gibi birdenbire. Mesela çocuk vakitleri en çok ölmesinler diye.Mesela postmodern darbe zamanlarında dağ başlarında ebeveynlerimle saklanma oyunları oynadığımı mesela bir dağ evinde hem de postmodern darbe vakitlerinde yağmur altında bisikletten düştüğümü hem de güzel bir kızın önünde. Nasıl kendi kendime güldüğümü mesela sonra. Mesela çocuk dişlerimin nasıl döküldüğünü mesela polanezköy ormanında saklanırken devletten ordan hiç çıkmamayı nasıl istediğimi. bir daha şehre dönmemeyi..mesela izmire giden bir otobüsün buğusunun hatrımda zerre miktarı yer etmeyişinin..
Mesela her şeyi bir kelime altında toplayarak yığınlayarak hatta ve hepsini bir kibrit alevine kurban ederek mesela en cok istediğimden midir bilmeden bilmeden neyi ne kadar bildiğimi ve daim bir çocukluk bulantısının yangın ortasında kalmışlığında ve daim suçu üstüne atılan çocukların kahrıyla ve kahırdan ziyade artık susmayı yeğleyerek en çok. En çok özleyerek. Bir şeyleri bir çok şeyleri..



4 Ekim 2011 Salı


Bir akvaryumum olmalıydı.

İçine en afili balıkları ve mercanları doldurduğum. Hatta elmas salyangozları bile olmalıydı. Yok yok olmamalıydı. Elmas salyangozlerını sevmem. Tıpkı makyajlı kadınlar gibidir onlar. Ne kadar iğrenç olduklarını göremezler. Sadece parlak kabuklarını düşünürler. Zaten onlar da başkaları da insancıklar da parlak kabuklarını görürler. Sadece. Oysa leş gibi sürünürler. Bir anda on beş milyon yumurtlarlar ve onlara da hayran olur insancıklar.
Köyde babaannemin tavuklarını ezmiştim bisikletle. Aslında ezmek istememiştim. Ama kafalarının üstünden geçtiğim için üzüldüğümü söyleyemem. Hatta küçük palmiye ağacına bisikletle çarptığımda zerre miktarı acı hissetmemiştim. Ama ağlamıştım. Korktuğum için! Sadece korktuğum için insanlardan! Bana kızacaklardı çünkü palmiye ağacına frenleri olmayan bisikletle çarpıp dizimi fena halde kanatmıştım,kızdılar da! Yahu bundan size ne! Siz şefkat göstersenize! Baksana lanet dizim kanıyor..evden çıkma yasağı koyunca uslanacak mıyım sanki! Uslanmadım da. Ama hala sol diz kapağımın üstünde iki yara izi durur  öylece.
Zaten lanet yerde kazandığım ilk parayla kelebek çakı almıştım. Hatta sarı kırmızıydı. Nerede kaybettim bilmiyorum ama o yaz kaybettiğime eminim. Demir olanlarına param yetmemişti plastik olanlarından almıştım. Tam üç buçuk milyondu. Lanet çakı bana deli gibi cesaret vermişti ve kim ne derse desin çok güzel sallıyordum. Önce parmağımı kesmiştim. Kanım akmıştı ama acımamıştı. Havalı gösteriyordu beni. Çünkü onlar kadar iyi yüzemezdim ve karanlıktan korkardım. Gerçekten korkardım. Zaten onlara göre İstanbulluydum ve şımarıktım. Kimseyle konuşmamama ve her İstanbul şarkısında gözlerimin dolmasına uyuz oluyorlardı. Biliyordum. En çok da oyun oynarken canımı acıtmak için ne kadar hızlı vurduklarında..biliyordum. Gece beni tavşan avına götürmediklerinden ve kuşları bir türlü vuramadığımdan. Biliyordum. Ama ben en çok yamaçtaki ağacı seviyordum. Hala özlerim onu ara ara. Onunla ne çok konuşmuştum. Lanet yere ev yapacaklar diye ödüm kopuyordu. Ağacın en üstüne çıkmaya korkuyordum. Ama çıkıyordum. Çünkü orada bazen kendimi Maximus gibi hissediyordum. Ama ellerimi iki yana açıp rüzgarı hissettiğimde daha çok Robinson geliyordu aklıma. Ne çok istiyordum Robinson olmayı. Çünkü biliyordum Maximus olamıcaktım. En çok da Antalya kalesinde kırık kürekli kayıkla alacakaranlıkta denize açıldığımızda Robinson olmayı istemiştim. Hatta kayığın önüne geçip “Robinsonum ben!” diye bağırmıştım. Ama herkes gülmüştü. Benimle aynı yaşta olan kuzenlerim dahi gülmüştü. Sonra kayıkta yemek yemiştik zaten. Lanet kayıkta canım çok sıkılmıştı. Ama hiç limana dönmek istememiştim. Ama dönmüştük. Gece olmuştu. Herkes uyuyunca balkondaki sandalyeye oturup karşı binada oturan kızıl saçlı kızın pencereye çıkmasını dilemiştim. Kaç saat oturdum bilmiyorum. Ama çıkmamıştı. O kızdan hoşlanıyordum. Güzel değildi. Ama çok kavgacıydı. Hatta ayağında ve dizinde otuzdan fazla kere top sektirebiliyordu. Oysa ben en fazla on bir yapabilmiştim. Bir tane daha kız vardı. Selendi adı. Yeşil topu vardı. Aynı anda topa vurmuştuk. Sonra kız aşk gibi bir şey söylemişti. Gözleri de yeşildi ama ben o kızı sevmiyordum.
Galiba “onlar” kızlarla devamlı oyun oynamama da sinir oluyorlardı ve ayaklarını yıkamadan eve girmek yasaktı. Salona girmek de hep yasaktı. Zaten salonda beyaz örtüler vardı ve ben beyazı sevmezdim o zamanlar. Ama güzel kıyafetleri vardı ve bir sürü paraları. Ebeveynlerim zaten yol boyu kavga ederlerdi ve ben arkada uyuyor numarası yapardım. Hepsini duyardım halbuki. Sonra param hiç yetmezdi güzel kıyafetlere. Zaten lanet yerde hala yetmiyor. Galiba hiç güzel kıyafet alacak kadar param olmayacak. Ama güzel kıyafetler almayı çok istemiştim. FS’nin bir tane kazağı vardı. Çok güzeldi. Onu almayı çok istemiştim. Ama deli gibi pahalıydı zaten. Zaten yatılı kalıyordum ve bütün param yurttan kaçmaya yetiyordu. Zaten bütün param o kazağı almaya yetmezdi.in a different time

Bir ölünün sesiyle şarkılar susuyorum. Kimse görmüyor ellerimi.Kimse bilmiyor..

Yerin milyonlarca kat aşağısında,içimin içinde bir yerlerde,rutubetten dökülmüş her yanı,karanlık,yosunlu,soluksuz dehlizlerde artık kaybolduğumu anladığımı..kimse bilmiyor.

Ne vakit bir lahza kelam ile söyleşecek olsam sesim,hiç tanımadığım bir adamın sesine bürünüyor. En çok sesimi kaybediyorum “gündüz” dedikleri çoraklıkta. Vurup dursam kapıları bu karanlık dehlizde neye yarar..kimseler olmuyor sorduğum adreslerde. Artık düştüm. Dizlerim üstüne. “Bir el ile uzanıp göğsüme bu karanlığı çekip alın,bu dehlizleri bir bir öldürün ve güneşle yıkayın sesimi..” diyemiyorum. Bir ölünün sesiyle susuyorum. Haddinden fazla hiç kimseyim..oysa kar altında,yavaş yavaş,uykuya dalıp,Luna’nın avcunda,sıcacık,uyanmayı düşlemiştim..Lakin sade kar örttü üzerimi,sade ölememek..

Kaçar gibi kardan. Susar gibi tüm bildiklerini. Ne varsa varlığa dahil çıkarıp varlığımdan kendi karanlık yokluğuma gömüyorum sesimi. Tanımayın beni insan artıkları! Sormayın halimi kime ne!
Kaçıyorum sizden görmüyor musunuz! Görmüyor musunuz ellerim nasıl telaşsız gömülüyor toprağa nasıl içiyorum yalnızlığı yavaş yavaş,zehrin tüm arzusunu hissede hissede,nasıl kapıyorum gözlerimi görmüyor musunuz..görmüyorsunuz. biliyorum. Ama yalvarırım kendi yalnız yalnızlığımla ,ölümden ve yalnızlıktan bir türlü kurtulamadığım gerçeğiyle,yalnızca susun..artık.

Saat 00:30.Lanet bir kış.
Otogarda hazin bir kimsesizlik hissi. Kocaman bir yalnızlık gelip oturuyor baş köşeye. Acı bir çay,kırmızı benekli çay tabağında. Televizyonda bir eski film. Gececilerde şen kahkahalar. Gececilerde bıkkın ve umutsuz yüzler. Askere gidiyor tüyü bitmemiş çocuklar. Alkış.Alkış. Çok bir “şey” olacakmış gibi sanki.
Garson çocuk üşüyor. Beresini kulaklarına kadar çekmiş. Çay soğuyor birdenbire. Bir yol uzanıyor önümde. Bu karlı ve hayli soğuk gecede. Ankara’ya. Yılmaz Erdoğan’ın yol tümceleri hatrıma düşüyor. Ellerim üşüyor garda.Avcumda üşütüyorum çayı.İçimde garip bir yalnızlık.
Bu ne çok hiç kimse.


--- 0 ---


Büsbütün yalnızlıkla.Sadece yalnızlığa ait yalnızlıkla. Bilinen tüm yalnızlık şiirlerinin unutulmuş yalnızlık sancılarıyla,yalnızca yalnızlık.
Yalın falan değil. Baştan ayağı pislik içinde baştan sona çamur.
Ne yanından tutsam ölüyor çocuklar,ne yana dönsem kar..bilinmeyen tüm yalnız ölüler namına yazılmamış kirli şiirler susuyorum. Eni konu küfürden ibaret.

3 Ekim 2011 Pazartesi

..sonra sonbahar..
Her yanına öncü ölü yaprakların döküldüğü ve birdenbire rüzgara boğulan akşamüzerleriyle. Her yeni akşamla ve her yeni sabahsızlıkla eskiden kalma..sonbahar..


Şehir yeniden,yeniden,yenice gibi aldatarak ve deniz yine eskiden.
İnsanlar soluk yüzler,soluk kahkahalar ve dipsiz anısızlıklar bürünerek yeniden.
..sonra bir şeyler bir çok şeyler ve sonbahar..


Ömrümde,ölümler ve karanlıklar ve "anı iskeletleri",bir çok diz ağrısı,dirsek yarası sonra gün doğumları sonra ölü yapraklar ve sonbahar..


Eştikçe bulanan bir hayal,bulanan anılar,sokağa yayılan bulanık kibrit kokusu eştikçe,bir yırtık şiir artığı,biraz kül ve biten bir mum.


Bir kar altında öyle bir başına Kars'a tren rayları.Beyoğlu dipsiz bir kaos.Beyoğlu hep bulantılı.


..sonra dostlar,tanıdıklar bir bir..bir başka yüze bürünüp bir başka adamların suretleriyle ve aynı isimle,bir bir..ve çoğu zaman birdenbire.
           -bulanık bir akşamdan kalma yağmur kokusu gibi "still got the blues for you"-
..hüzün diye bir kelime sonra hatrımda.Katı bir yaşamdan evvel.Sonra sonbahar.


Evvel dostluk anıları,şimdi. Henüz hayat savurmadan saçlarımızı kar altında,henüz kahkahamızdan çocuk sesleri seçilirken ve bir soluk adamın yüzüne bürünmeden,ayrılıklar sakallarımızda bir şeyler biriktirmeden..
          Kar yeğıyordu şehre.Salıncakları kırık bir parkta ve uluorta kahkahalarla bırakmıştık son öncü çocukluğu,kar'a..
..sonra anılar.hep anılar.karartılı tren camlarında buğuyla çizilmiş resimler..


Kelimeler yitiyor.Anılar bulanık bir yağmur gecesine bürünüyor ve artık hiç bir şey seçilemiyor.Ne isimler ne küçük not kağıtları ne tren camları ne beyoğlu avuntusu ne çocuk yüzler ne yaz tatilleri ne limonlu dondurmalar..


Hatırda yalnız seyr ü sefer..

13 Eylül 2011 Salı

hypocrite'e


Zar atıyor.Duruyor.Eli sigaraya gidiyor.Vazgeçiyor.Karnı mı aç ne? Yeniden zar atıyor.Baygın yaz öğlelerinden çok daha yılgınca.Halbuki bahar falan diyorlar göğe bulaşan renge.Zar atıyor yeniden.Gün doğmuyor galiba.Biri dünyayı mı durdurmuş ne..Midesi bulanıyor ama hala.Eli kalbine gidiyor.Dipsiz bir ölügezegenboşluğunda kaybolacak gibi oluyor.Korkuyor.Aklından içinde 7 olan bir sayı geçiyor.Sonra eli sigaraya..çakmak tutuşsa birdenbire/birdenbire maviye dursa ağaçlar bir de.Zar atıyor.Eli zar tutuyor mu bilmiyorum.Bildiğim kaybettiği.Ve dahi fütursuzca.Belki kart açsaydı ya da ne bileyim yağmur yağmasaydı..Kupa kızı bile açabilirdi belki.Sonra bir de kalbi..durup durup eliyle yokladığı.Susar gibi bir kar akşamını göziçlerinde.Susar gibi şehri.Susar gibi bir sinek valesini..

Mart '11/Tophanehttp://www.youtube.com/watch?v=dFM0pUn4dcA&ob=av2n

28 Ağustos 2011 Pazar


kimseyi mutlu edemiyorum.biliyorum.bilmekten ziyade,ziyadesiyle farkındayım.

puslu bir camın ardından bakıyorum bazen bazen silip kolumla iz bırakmışlıklarımı.çoğu zamansız parmak izlerim çoğuna dokunmuş elimin kirleri,bozdukları,kırdıkları,bir fütursuz göz ucuna hapsedilmiş sükut kahrından ziyadesiyle nasipli.çokca nasipsiz belki de.

 Ne olduğunu bir türlü idrak edememiş bir küçük ayna kırığında gözlerini arayan tüm çocuklar gibi hatta bir türlü büyüyememiş ölüler gibi.

Bildiğin,mutlu edemiyorum,parmak izimi hoyratça bıraktığım hayatları.ve nedense sesimin bulaştığı bütün yüzleri hüzne benzer bir şey kaplıyor nedense hep geceleri.hep geceleri özlüyor insan izlerinden bir yol bulup aslına ulaşmayı.
Keşke beni tanımasalardı.O’nlar.böyle küllere bürünmüş bir sigara ağızlığından medetsizce umut duymadan.
Karmakarışıklaşarak hiçkimsesizleşen insanlar gördüm çoğu saçımdan bir parça.avcuma her defasında düşen.ben gördüm diye belki o’nları o’nlar işte bildiğin gibi..

Her gece uyanan insanlar da gördüm.hiç ağlamayan.yalnızca yalnız başına bir uzun,sert,hayli rutubetli sigaradan öyle içli öyle derin öyle soluksuz öyle suskun bir nefesin taşıdığı tüm kederlerin eline yüzüne bulaşması gibi hiç ağlamayan. O’nları da sigaraya ben alıştırdım.hatta ağlamamaya da.

-en çok susana, elimle içirdim ilk sigarasını bir huzurlu kumsalda.güneş bile vardı deniz köpüğü de.-

Ve biliyorum.Ziyadesiyle.Suçlu ve yorgunum. Parmak izlerim durdukça göz uçlarında mutsuzluğum bulaşıyor önce sükutlarına. Mutsuzluğum birdenbire açan tüm siyah çiçekler gibi birdenbire dönüyor Luna’ya. Sahi kimdi luna? Hatırlamıyorum ki..hatırladığım bir akşam üstüydü otobüsler birdenbire kalkıyordu birdenbire yağmur yağıyordu beyoğluna birden bire bir kadın susuyorudu. Kadınlar da mutsuz olabiliyordu.hatırlıyorum.
Kimseyi mutlu edemiyorum.mutsuzluğum bir giz gibi büyüyor avuçlarında,çantalarında ıslak mendil taşıyan kadınların bile.

oysa yakışıyor bazen mutsuzluk.en çok tramisu yerken “iki çay” diyen bir ses düşlerken.


15 Ağustos 2011 Pazartesi



Şiirler çalıp  yayınevleri tükenmiş kitaplardan bir akşam şehri kurmak düşlüyorum boş sokakta.

Şeritler önce sağımda
Sonra yüzümde bir bir birdenbire şeritler
Hüzün mü düşüyor şimdi bin örs ağırlığınca bu yola
Bilmiyorumki. Bilmek isteyip istemediğimi de bilmiyorum zaten. Bir şarkı çalsın diyorum. Öyle güzel bir şarkı işte. Yeni bir film izler gibi heyecanlı birdenbire yağmura yakalanır gibi hani. Hani koşmadan öyle soluklar gibi baharı. Ya da bir kış akşamını.

Şeritler çoğalıyor birdenbire. Ayrılıyor önce yol sonra ellerim yedi parçaya.
Yedi ile bir alıp veremediği var bu gecenin ya da şeritlerin. Bunu biliyorum.

-Sahi sokak lambasına da üşüşür mü ki ateş böcekleri-

Bir şey söylemeden önce denize bakmıştı hatırlıyorum. Darmadağınık bir sonbahar akşamıydı. Akşamdan hemen evveldi aslında. Hani o bir gam yükü hüzün taşıyan vakitlerin birinde işte. Limonata istemişti anlamsızca. Oysa kahve o saatin en berbatıydı ve bu muhteşem bir lezzet taşıyordu limonata da neyin nesi oluyorduki. Kurumuş fesleğenler vardı siyah saksıda. Bitmiş bir kaç mum bir de masada. Sokak alabildiğine sessizdi. İşte o an ilişmişti sokaklambası gözüme. Birdenbire yanınca hani bütün sokak. Bir de kedi vardı. Anımsadığım.  

Şimdi hiç bir şey anımsamıyorum oysa.

Bir uzun cadde boyu bulanık kibrit kokusu sadece.
Hani bu bir türlü tutuşmak bilmeyen nemli kibritlerden. Merdivenli sokakta. Sokakta bir de heykel mi ne vardı sanki. Beyazdı.donuk bir beyaz boydan boya.

Cumbalardan akşam dökülüyor.Biliyorum. fransız balkonlardan kırmızı krizantemler.
Balkonlar da yediye ayrılıyor aslında. Bunlardan biridir küçük beyaz avuçlu çocukların düştükleri.

ama balkonlardır yine şeritlerle devşirilmemiş olanları.


Bilmem. Unuttum.
Yalanlayıp önce. Sonra kabul edip. Tabi önce, yani en önce, hatırladım.

Evvelinde toprak vardı avcumda.Çünkü bazı bazı, yani çoğunlukla,nerede olduğumu idrak                                            edebilme adına. Bir avuç toprak,avucumda.Hissedebilmek için sırf.

Zihnimin suskun kıvrımlarında en evveline dönmeye çalışıyorum şu anın. Kelimeler buluyorum üstü başı toprak ve çıplak. Anlamsız kelimeler. Bir şairin avcuna düşselerdi oysa bir düş bile olabilirlerdi. Oysa şimdi sadece hatırlamaya çalışıyorum. Kelimeler nasıl şeylerdi? Önce kim kırılmıştı,kalem mi kelam mı? Bilmiyorum. Hatırlayamıyorum belki de. Belki de şimdi burada hiç kimse ve hatta hiç bir şey yok. Şu akşamdan kalma berbat çay bile. Ya da donuk.

                Evet evet! Donuk! En iyi kelime. İlk hatırladığım kelime mi şimdi bu? “Donuk.” Bilmiyorum. Hatırlayamiyorum ya da?

Bunun zaten önem arz eden bir yanını da göremiyorum.

Ama kaybettiğim kelimeleri bulma adına bir uykusuzluk duruyor iç cebimde. Gözlerimi kapatıyorum. Gözlerimi kapatınca aklıma birden bire gelicekmiş gibi geliyor bütün kelimeler.

                Gözümün önüne ilk gelen kelime, “yağmur.” Donuk’dan daha iyi oldu bak bu.

Yağmura dair bir şeyler hatırlamaya çalışıyorum. Yağmurun sustuğu kelimeler vardı.Anımsıyorum. Puslu bir kış akşamından bulanık kelimeler düşüyor hatrıma. “Kırmızı bir tren geçiyor insanların içinden,sırılsıklam yalnızım. Şu rayların içindeki küçücük oluktan akıp denize ulaşmak istiyorum. Önce ellerimi sonra saçlarımı. “
Böyle bir şeydi galiba.

                Gözlerimi kapatıyorum yeniden. Bu sefer “Tütün” geliyor hatrıma. Bir şeyler anımsatsın diye zorluyorum. Tek hatırladığım ceplerimden sokağa boşalttığım. Hangi sokak ama burası? Göremiyorum bir türlü burası neresi? Yağmur biye durdu birden? En başa,ilk kelimeye mi döndüm yoksa yeniden;

“Donuk”

Onbeşağustosikibinonbir-florya

17 Haziran 2011 Cuma

Bu sabah kanter içinde uyandım birdenbire yenidenyeniden.. 
Aslında kabus değildi gördüğüm.Harika bir düş bile denebilirdi ona.Öyle ki büsbütün şefkatle ve güvenle çevrelenmiş bir gökkubbenin altında huzurla soluk alıp verir gibiydi..Ama bilirsin sen de , uyku ile uaynışın arasındaki,saniyenin bilmem kaçta kaçı kadarlık bir anda farkedersin ya hani bir rüyadan uyanmakta olduğunu ve bütün varlığını feda etmeye razı dahi olursun ya o an,sırf rüyana geri dönebilmek ve sonsuza dek orada yaşamak ve dahi rüya olarak kalmak için. Ama Dante'nin cehenneminden sanki sırf senin için çıkıp gelmiş zebaniler,kollarından,ayaklarından,kirpiklerinden ce saçlarından hiddetle çekerler de uyanışa, kalbin neşterle ve yavaş yavaş açılır gibi karanlığa acır da uyanırsın ya aynı dünyaya..uyandım işte yeniden.aynı olana.Kanter içindeydim,uyandırma zebanileri ile boğuştuğumdan. Oysa onlar yoruldu,biliyorum,beni uyandırmaya çalışmaktan.ben de yoruldum artık yeniden yeniden uyanmaktan. uyanıp şehre dökülmekten. aynı vapurlara dönmekten. aynı soluk yüzlerin ardına gizlenerekten ve karışaraktan bayat çay çöpleriyle şekere ve sarsılaraktan otobüs camlarında sabahı özlemekten yoruldum.


ve yoruldum şehir kadar,şehri bulamayışım kadar,gitmelerinden..
neyse ne şimdi bunları anlatmayacağım sana.şimdi bir güzelleme yapmanın tam vakti aslında ama kahvaltı bile yapmadım.kalsaydın belki beraber yapardık kahvaltıyı ve ozaman delicesine iştahlı olurdum. ama aslında iyi ki kalmamışsın. çünkü senin karşında delirsem de açlıktan,utandığımdan,çok yiyemiyorum neredeyse hep aç kalıyorum. ama yine de güneş böyle güzelken ve deniz köpürürken martı martı,aç kalma pahasına razı olabilirdim sana..


gece yanımdasın sanmıştım..ama sabah uyanınca işte..
koşar adım bulmaya geldim,belki yine tek başına kahvaltı yapmak istemişsindir diye düşünüp de..hatırlıyor musun bilmiyorum ama benim gün gibi hatrımda seni gördüğüm o ilk sabah. Hani öyle yorguncaydın ve gözlerin dalıp dalıp denize gidiyordu. garsonu sinirlendirecek kadar beklettikten sonra "vejetaryen sandviç ve çay lütfen" demiştin,gözünü denizden ayırmadan. işte o sabah içimde bir yerlerde kuşlar havalandı,bütün kuşları istanbulun ve dahi ben de onlarla havalandım başdönmeli göklere..
ama o sabahın rüya mı yoksa gerçekten gerçek mi olduğunu hala tam olarak algılayabilmiş değilim. çok da umrumda değil aslında gerçekliği ya da rüyalığı. çünkü asıl gerçek benim inandığım. bunu kediye anlattım.güldü.alındım gülmesine. hatta öfkelendim bile denebilir. gerçeklik benim gerçeğim olunca ancak anlam bulabiliyor.tamam onun anlamasını beklemiyorum ama en azından saygı duyabilirdi.ona öğretilmiş olan gerçekliği gerçek olarak kabul etmesine hatta tek bir an dahi eleştirmeye kalkışmamasına çok sinir oluyorum mesela ama yine de saygı duyuyorum ona.en azından bu kadarını beklerdim ondan.
şimdi sana bunları neden anlatıyorum bilmiyorum.oysa gittiğinden beri saçmalıyorum. saçmalamanın da bir rüya simetrisi olduğuna ve inatla tüm bunların sade ve sade rüyadan ibaret olduğuna inandırmaya

16 Haziran 2011 Perşembe

Luna'ya Ağıtlar


1

yalnızlık
bahar akşamlı kahkahaların 
orta yerinde yalnızlık
içli bir ağlayış 
çıldıramamak kadar
yalnızlık

2

tükeniyorum
anbean saçlarımın dökükleriyle
anbean kırılarak karanlıklara
            önce ellerime
            sonra yüzüme
            nihayet sesime
fena halde bulaşıyor karanlık
             boğuluyorum
hele bir el tutmayagörsün
hele bir bahar gelmeye
içim fena halde 
              karanlık 

3

bulsun diyorum biri
ben kaybettim,neydim
bulamıyorum
bulsun biri
gayri ağır gelir oldu
göğsümde bu karanlık
biri
    bir yerimden tutup
ve bu karanlığı
artık çok ağır geliyor
susup susup
susmuyormuş gibi yapmak

4

kalkmış gitmiş son gemi de
sesimin dökük limanlarından
yalnız imrenerek
ve üzülerek çokça ellerime
yan masada gülen sevgililere

içimde bir yer fena halde

incinmiş bir şeylerden
bir türlü bulamıyorum
O'nu.Bir türlü.İncinmişliğimi.
sahi neresindeydi sesimin
o umutbahar kahkahalar
o şen şakrak limanlar

5

iç ağrılarımla sayıkladığım
bir şey duyuyorum
güneşbahar sabahların
orta yerinde
kanrevan dökülen şey
neyse o
adamı adamlığından eden
neyse işte o keder
         içim acıyor

fena halde sustuğum doğru

ve doğru
aslımın aslında
asılsız bir maskeyle sustuğu
ve doğru
ne varsa yalnızlığa dair
doğru.

6

bitmesin diye direndiğim çay
soğudu
direnmiştim oysa olanca
gücümle yalnızlığa
olanca güçsüzlüğümle
sonra akşam işte
sonra bahar falan

tepeleme kül tablası
boğukluğunca
yalnızlık.

ne vakit açmaya çalışsam
sesimi
tepeleme gam dolusu
yalnızlık. 

24 Mayıs 2011 Salı

AUTOMNE VE MASALI

   Bembeyaz elleri var. O kadar beyaz ki dünya üzerinde günahın hiç var olmadığına inanabilirdiniz,ellerini görseydiniz. Ama saçları sadece siyah kadar siyahtı. Güneşte kahverengi bile diyebilirdiniz. Nihayetinde,çok az bir insan yüzünde rastlayabileceğiniz bir hüzün vardı gözlerinde. Babasını çok özlediğinden mi yoksa gizlediği bir şeyden dolayı mı böyleydi gözleri,bilemezdiniz.


                Annesiyle çok tartışırlardı. Kardeşleri dışarı çıkarken onlara boyun bağlarını takmayı hep unuturdu çünkü. Ama hava gerçekten soğuk olurdu. Kar yağarken değil de güneş varken daha da soğuk olurdu hava. Ama hep soğuk olurdu. Automne’nin en sevdiği şey ise kar yağarken cumbadaki küçük pencerenin önüne oturup kitap okumaktı. Bazen o kadar çok orada öylece otururdu ki onun varlığını unuturdunuz. Ahşap pencerenin önünde,tamamiyle oraya ait bir varlık olup-belki de bilerek- unuttururdu kendisini. Ne zaman ki gün ışığını yitirip yerini gaz lambasına bırakır o zaman anlardanızı hala orada olduğunu. Çünkü gaz lambasının ışığında gölgelerle oynardı. Beyaz,hatta bembeyaz,elleriyle öyle şekiller yapardı ki ahşapları dökülmeye yüz tutmuş kahverengi duvardan gerçekten bir canavarın çıkıp geleceğini zannederdiniz.


 Onu öyle görmeleydiniz. Küçük bir kız çocuğu gibi eğlenirdi. Aslında korkardı karanlıktan ve gölgelerden. Öyle korkardı ki milyonlarca mil koşmuş gibi nefes nefese kalırdı oturduğu yerde. Böyle çok korktuğu zamanlarda kardeşlerinin odasına giderdi.Sofada içmekle meşgul olan annesine duyurmadan,sessizce ahşap kaıpıyı açar /beş yaşında,kısa saçlı,hayli kısa saçlı ve elleri her daim kirli,fakat kocaman beyaz dişleri olan,çok kavgacı August/ile/ annesine ev işlerinde çokca yardım eden hatta pencereleri bile temizleyen aynı zamanda okulunda hep çok” başarılı olan,hatta zaman zaman Automne’nin kıskançlık hislerini ayaklandıran,Celine’in arasına yatardı. Hep yer yatağında yatarlardı. Automne o kırılgan nar çiçeği sesiyle,toz zerreciklerini dahi incitmekten çekinircesine, anlatmaya başlardı,kendini ne vakit hüznün koynunda bulsa düşlerine sıcacık sokulan ama çok vakit düş avuntusu dahi olamayan masalını..


“Zamanlar zamanlar evvelinde,Konstantinapol artık İstanbul ile anılır olmaya başladıktan sonra ve hala beyaz atlar kar kadar beyazken,elleri bembeyaz Limoncu bir kız varmış..


İstanbul’a fazla da uzak olmayan küçük bir köyde hasta annesiyle beraber yaşarmış. Arka bahçelerinde kırlangıçların oyun oynadığı limon ağaçları varmış. Her gün şehirde kurulan pazara limonlarını satmaya gidermiş. Pazarda,kendisi gibi köylerden gelen,çoğu kadın pazarcılar,meyveler,sebzeler,türlü türlü şifalı otlar, Osmanlı kızcağızlarının kanaviçeler üstüne işledikleri hikayeler..yani el emeği toprak nuru ne varsa satılırmış.


Limoncu Kız öyle pek kimseyle konuşmazmış. Sessizce limonlarını satar gün batmadan evine dönermiş. Ama arada bir de, yaşından çokça yaşamış aktar teyzenin yanına gider,onunla laflar,türlü ıtıtrları nazenin bileğinde denermiş. Kendisi çok istemese de Aktar Teyze her seferinde küçük şişeciklerde güzel kokular hediye edermiş. Ama o en çok filbahri kokusunu severmiş.


O vakitler şehirde sık sık eğlenceler düzenlenirmiş. En görkemlileri de sarayda hükümdarın verdiği ziyafetlermiş. Bu ziyafetlerde türlü türlü şairler dillerinin en ağdalı yanıyla şiirler söyler,şarkılarla gece fecre kavuşturulurmuş. Bütün saray ahalisi bu eğlencelerde zevk ü sefa ile mest olmuşken hükümdarın en küçük şehzadesini imse bu hal ile hatırlayamazdı bir türlü.


Çünkü Şehzade saray şenlerinden bir türlü keyif alamazmış. Ne vakit bir eğlence olacak olsa,sessizce atına biner ortalardan kaybolurmuş. Çok zamanlar atıyla Sarıyer sırtlarına kadar gider gün doğumunda geri dönermiş. Kelama bir dost arayınca da Pera’nın dar sokaklarında küçük bir meyhanesi olan Kirkor’a gidermiş. Hiç şarap içmezmiş ama sabahlara dek Kirkor’la dertleşirmiş. Kirkor içtikçe Şehzade sarhoş olurmuş Şehzade konuştukça Kirkor. Böyle uzayıp gidermiş geceler ve günler.


Yine bir gün Şehzade,gün ortasından başlayan eğlencelerden bunalıp şehri dolaşmaya koyulmuş. Kahvehanelerden,hanlardan,kayıkhanelerden geçip bir pazara varmış. Koyu kestane tüylü,sağ arka ayağında beyaz bir iz olan atından inmiş ve pazarda dolaşmaya başlamış. İnce ince işlenmiş kanaviçelere doğru yönelmiş ki ,tahta sandalyesinde,başı önde, bir söz söylese,hüzünlü gözlerinden denizlerin en beyaz incilerini sessizce akıtacak gibi duran Limoncu Kız’ı görmüş. Birden bire yüreğinin ortasına zehirli bir ok yemişcesine bir sızı hissetmiş. Nefesinin mengeneler arasında ezildiğini duyuyormuş.


Limoncu Kız’a doğru yürümüş. Tam önünde durmuş.Limoncu Kız onun geldiğini farketmemiş. “Bu limonların hepsini kaça verirsin?” demiş Şehzade. Limoncu Kız tam bir söz söyleyecekmiş ki Şehzade’yle göz göze gelmiş. Beyaz yanakları kanla dolmuş birden. İbrahim’i attıkları ateşten daha da büyük bir yangın düşmüş içine. Elleri terlemiş. Böyle bir şey daha önce hiç hissetmemişti ve sadece susabiliyordu. Öyle utanmış ki utancından gözlerini yerden kaldıramamış. Konuşmayı unutmuş gibi tek bir söz dahi çıkamamış dudaklarından. Şehzade de susmuş. Limoncu Kız’ı izliyormuş. Kaç vakit sonra bilmiyorum,Şehzade bir kese altın bırakmış Limoncu Kız’ın avcuna ve bütün limonları yüklenmiş. Atına atlamış. Limoncu Kız ancak o zaman bakabilmiş yeniden. Şehzade bir tebessüm edip yola düşmüş. Yolun sonu dört nala Kirkor..


Limoncu Kız güvercin kalbi gibi çarpan kalbine kapılıp uçarcasına koşmuş annesinin yanına. Itırcı Teyze’ye dahi uğramayı unutmuş. Şarkılar söyleyerek annesine yemeğini yedirmiş. Annesi anlamış bir hal olduğunu ama sadece tebessüm etmiş.


Bahçedeki en güzel limonları tek tek seçmiş. Mendiliyle tozlarını silmiş,onlarla konuşmuş,aşka ve bahara dair şiirler okumuş..gülmüş.. Sabah erkenden pazarın yolunu tutumuş. En güzel elbiseleriyle.. Pazarda kim limon almaya kalkışsa satıldı deyip kimseye vermiyormuş. O’nu bekliyormuş. O’na dair tek bildiği bir tatlı tebessüm,bir de yürek yangını.. Kimdi neyin nesiydi..bilmiyordu..bekliyordu.


Güneş ikindiye yaklaşırken,pazarın girişinde bir kalabalık belirmiş. Atlarıyla kapıkulu askerleri pazardan geçiyorlarmış. Sık sık olurdu bu. Hatta bazen alışveriş yapar pazarcıları haylice sevindirirlerimiş. Askerler Limoncu Kız’a yaklaşmaya başladığı vakit O’nun,askerlerin tam ortasında,beyaz lekeli atıyla gelmekte olduğunu görmüş. İlkin kalbini bir heyecan sarmış. Ayağa kalkmış. Fakat hemen sonra derin bir keder çöreklenmiş kalbinin üstüne. Tekrar oturmuş sandalyesine. Hüzünle limonlarını izliyormuş. Kapıkulu askerleri tam önünde durmuşlar. Şehzade atından inip ona yönelmiş. Limon tezgahının önünde durup Limoncu Kız’ tebessüm etmiş. Limoncu Kız görmemiş. Şehzade “ Limonların hepsi kaçadır kar ülkesinin sultanı” demiş. “Satıldı onlar beyim” demiş,sessizce. Şehzade ısrar etmiş.Limoncu Kız satmamış limonlarını. Şehzade çaresiz atlamış atına ve dört nala uzaklaşmış pazardan. Askerler ne olduğunu anlayamamışlar. Limoncu kız limonlarını orada bırakıp ağlaya ağlaya Itırcı Teyze’ye koşmuş..”


Masalın burasında Automne’nin de gözleri dolardı her seferinde ve bunu sadece August fark ederdi.Ama bir şey söylemezdi.


“Itırcı Teyze filbahri kokusundan sürmüş,dizine başını koymuş ve hala gözlerinden yaşlar süzülen Limoncu Kız’ın beyaz boynuna,yavaşça,ve sormuş ’Peki neden vermedin limonlarını benim güzel kızım bak ayağına kadar gelmiş delikanlı,bell ki sevmiş o da seni?’


“O” demiş Limoncu Kız,sesi titremiş. “Koskoca devletli,bense küçücük limoncu bir kızım.Gönlünü hoş eder benimle,şiirler okuyup umutlar verir bana..lakin nihayetinde hevesi geçer benden,türlü saray eğlencelerinde türlü cariyelere kapılır gider..”


Ve Itırcı Teyze filbahri kokulu kız uyuyuncaya kadar saçlarını okşamış..okşamış..              





O gece Şehzade de Beşiktaş sahilinde Barbaros Hayreddin’in türbesine yaslamış sırtını,gün doğumuna kadar türlü düşlerle ve kederlerle dolunayı izlemiş..Gün geldiğini haber edip gecenin lacivert etekleri toplanmaya başladığı vakit Şehzade bir anda doğrulmuş yattığı yerden. Gözleri çakmak çakmakmış. Barbaros Hayreddin’e bakıp gülümsemiş ve atına atladığı gibi tozun içinde kaybolmuş.


Limoncu Kız tam yedi gün ve gecedir böyle hüzün doluymuş. Pazara hiç gitmemiş.Limon bahçesine yüzünü dahi dahi dönmemiş. Yatağında uzanmış gökyüzünü izliyormuş. Arada bir beyaz yanaklarından yaşlar süzülüyormuş..Tam yedi sessiz gün ve yedi sessiz gecenin ardından avluyu yıkacak gibi şiddetli bir gürültü duymuş. Kulak vermiş korkuyla. Avlunun kapınnı yumrukluyormuş birileri. Belli ki acil bir şey olmuş.Limoncu Kız koşarak avluya çıkmış.Korku kalbini iyice sarmış. Karanlık bir ormandan kar altında geçer gibi titriyormuş.Cesaretini toplayıp kapıyı aralamış. Gözleri kocaman açılmış Limoncu Kız’ın. Kalbinin çarpıntısı bütün vücudunu esir almış. Güç bela “Hayırdır” diyebilmiş..


Kapının arkasındaki üç kapıkulu aslerinden önce olanı,kalın sesiyle “ Sizi götürmemiz gerekmektedir,emir böyledir.”


Limoncu Kız  “nereye” demeye dahi güç bulamamış. Sessizce binmiş at arabasına. Arabanın perdeleri sımsıkı kapalıymış. At arabası sallana sallana yollar geçmiş,Limoncu Kız arabanın içinde korkuyla bekliyormuş ne olacağını. En çok da annesini düşünüyormuş. At arabası yokuşlar tırmanmaya başlamış. Devamlı bir sağa bir sola dönüyormuş. Baştan ayağa korku içindeymiş. Araba durmuş nihayet. Asker kapıyı açmış. Tam ağlayarak haykıracakmış ki kapıkulu askerinin parmağıyla gösterdiği yere bakmış. Bir fırtınanın ortasında kalmış gibi başı dönmeye başlamış. O hep uzaktan gördüğü taştan kulenin kapısında Şehzade ona bakarak gülümsemekteymiş. Limoncu Kız ne yapacağını şaşırmış. Yalnız uzaklardan bir yerleden askerin sesini duymuş “Buyrun.Şehzademiz sizi beklemekte.”


Limoncu Kız ağır adımlarla Şehzade’ye doğru yürümeye başlamış. Bütün korkularını unutmuş hemen o anda,utanmaya başlamış.


Şehzade’nin yanına varmış. “Gel benimle kar ülkesinin sultanı” demiş Şehzade ve tahta,dar,yüksek ve devamlı dönen merdivenlerden yukarıya çıkmaya başlamış.Arkasından da Limoncu Kız..


Kulenin kubbeli salonuna varmışlar nihayet.Salonda,saçı sakalı fazlaca uzu,yuvarlak gözlüklü birisi karşılamış onları. Limoncu Kız tedirgin olmuş biraz. Gözlüklü adamın gösterdiği merdivenlerden çıkmışlar. Burası kulenin en üst balkonuymuş ve Limoncu Kız İstanbul’u hiç böyle görmemiş.Neredeyse kalbi duracakmış heyecandan. Üst balkonun orta yerinde bir balon varmış. Sakallı adam bir şeyler yapıyormuş başında. Limoncu Kız meraklı gözlerle onu izlemiş. Sonra Şehzade onun bu sepete benzeyen şeyin içine binmesini istemiş. Korkuyormuş Limoncu Kız.Ama binmiş yine de. Ardından Şehzade.. birden bire bir şey olmuş ve balon havalanmaya başlamış,şehzade gülüyormuş.


Sakallı adam da gülüp el sallıyormuş ama Limoncu Kız korkudan titriyormuş. Bir müddet sonra başını kaldırabilmiş. İstanbul’da gün batıyormuş. Havada durduklarını hissedebiliyormuş. Şehzade ise hiç bir şey yapmadan sadece uzaklara bakıyormuş. Sanki bir şey bekler gibi bir hali varmış. Limoncı Kız sessizce parmak ucundan tutmuş Şehzade’nin. Oturduğu yerden kalkmış. Ay doğmak üzereymiş. Şehzade Limoncu Kız’ın gözlerine bakmış.Gülmüş.Bir gök boşalır gibi birdenbire.Gülmüş. Sonra yavaşça Limoncu Kız’a yaklaşmış. “ Deniz bak” demiş.Limonu Kız ürkerek aşağı bakmış.Birden bire bir ağlamak boşalmış kahkahalarla,uçup gidecekmiş eğer Şehzade elinden tutmasaymış.


Denizin üstünde yüzlerce gemi


Gemilerin kucaklarında gökler dolusu ateş



Ve ateşin koynunda tek bir isim


   نور

......




Automne  ne zAman masalın sonuna gelse içi kıpır kıpır olurmuş. Sesi titrer uzun uzun yollar koşacak gibi nefes dolarmış ciğerine.Ama en çok filbahri kokusunu merak edermiş.