17 Aralık 2017 Pazar

On bir yıl evveliydi. Çocuktuk, bıyıklarım yenice terlemeye başlamıştı, onun gözlerinde delişmen bir yaşamak şevki vardı, biraz utangaç bakışları, uzaktan uzağa. Kalbim dediğim kırlangıç sürüsü, birdenbire havalanıyordu, onun gözleriyle denk düşünce gözlerim.

Kar altında koşuyordum sokaklar boyu nefesim tükenene dek, kahkahalar atıyordum, şarkılar söylüyordum.

Bütün bir kış kar yağmıştı çocukluğumuzun üzerine, o öyle uzaktan bakmaya devam etmişti çocuk gözlerime. Bense, onun misafir olduğu düşlerle uykumun kaçtığı gecelerde, arka bahçeye inip sigaraya başlamıştım, ilkgençliğime adım atar gibi.

Karlar çekilip bahar yürüyünce toprağa, suskunluğumuz da yatağını bulmuş bir nehir gibi çözülüverdi. Bütün kuşları havalandı şehrin o vakit.

Karadeniz gibiydi o, bir yanında uçurumlara uzanan kayalıklar vardı diğer yanı nar çiçeği gibi nazenindi.

Bir cuma günü okulu kırıp ovayı tepeden gören parka koşmuştuk. Gün batımı, çocuk kalbimizi okşuyordu. Omzuma yaslanıp susmuştu uzunca vakit.

Memurdu babam ve şehirden ayrılacaktım yazla beraber.

Susmuştuk bir müddet daha, bahara yüzünü dönmüş ovaya doğru.

Neden sonra, sessizce bir şarkı fısıldamaya başlamıştı.
Öyle baştan ayağa hüzne boyanmış sesiyle




Sonra yaz geldi. Sonra üstü üste yığılan bavullar. Sonra bitmek bilmez yollar. Sonra mevsimler peşi sıra..

Uzun uzun özlemler biriktirdik şehirler arası otobüs yolculuklarında ve bir sabah nihayet beraber uyandık parlak, masmavi bir gökyüzünün altında, yüzümüz Akdeniz'e dönmüş, saçlarımıza narenciye kokusu sinmişti. Sevinmiştik turuncu bir balık görünce berrak suda. Sevinmiş ve yeniden çocuk olmuştuk.

Oysa şimdi o, dünyanın bir başka ucunda, ben bir başka ucunda.. Aramızda okyanuslar aramızda anlatılmamış öyküler aramızda uzun susmuşluklar var. Çocuk yüzüm yerini tufana bıraktı..
"Hepsi bittikten sonra...Şimdi her şey birbirine karışıyor birbirine benziyor birbirinde eriyor, ayrılık birçok ayrılığı birlikte getiriyor" demişti Selim İleri, onu da anlıyorum şimdi.

Bugün 18 Aralık 2017. Bir göz yumma anında dahi tahayyül etmediğim 'boşanma davası' dedikleri o soğuk,kirli gri kelime, benim de seyir defterime dahil oluyor.
Çinlilerin çok naif bir bedduası var, öfkelendiklerinde "Tuhaf zamanlarda yaşayasın" derler.

Tuhaf zamanlardayım işte Tanrım, oluyor olacak olan!

Yine de, dedim ya,

minnettarım tüm ferahfeza sabahlar için; hızla geçen bu kısa karşılaşmada, huzur dedikleri o tılsımlı beste neymiş, gülmek neymiş kalp dolusu, uyuyabilmek neymiş güvenden müteşekkil bir gök altında, çıplak ayak yürür gibi yağmurlu bir kumsalda, neymiş aşk bildim.

Teşekkür ederim, tüm bu yaşamak için.







 



16 Aralık 2017 Cumartesi

'Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca'

-Cenaze merasimine izin vermedi devlet. Gece yarısı sessiz sedasız gömdü birkaç kişi. Ne annesi öpebildi son kez alnından ne de kadını, sarılabildi, doyasıya, ki zaten sarılmazdı da, firari bir gecede çıkıp gelseydi dahi-





Gece yarısına doğru son trenin soluğuna atlar Sirkeci’ye varırdım. Ellerimde kitaplar ellerimde kahverengi bir defter, ellerimde çocukluğum. Çocukluğumu, gecenin üzerine sürüp, Beyoğlu’na çıkan yokuşlarda, yarı tedirgin bir sigara molası verir, ilkgençliğime cesur bir yüzle adım atabilmenin hayalini kurardım. Zamanın peşi sıra dökülen bir tablo gibi, yüzüme kırgın kalacağını hiç bilmezdim. Hem sonra Yeşilköy’ün ardışık sokaklarında bahara dönmüş göğe bakıp kahkaha bile atmıştım. Başım dönmüştü bu kahkahadan. Böylesini kim tahmin edebilirdi ki..

Hepsi o küçük hikayede kaldı. Hepsi bir nehir kıyısında, hepsi bir tufanın ardında..Unutulacak diyorum, sokaklarıyla benim olan şehir. Unutulsun. Ne çıkar.
Soyunup dökündüm, kalmadı hiçbir şey geçmişliğime dair!


Şimdi çok yorgunum, bir nehrin gürültüsünü dinlemiş gibi durmaksızın.

Yolun sonuna geldim ve o son dedikleri sınırı da geçtim.
Bu, tek ayak üstünde durduğum büyük boşluğun orta yerinde, artık hiç kimseyi beklemeyen bir hiçbir şey olarak, sanki tüm o ferahfeza sabahları ben yaşamamışım gibi, susuyorum.

Yine de
diyor ya şair

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca

Bu mısradır yüzümün izi, saçımın beyazı, hızla ilerleyen kamburluğum.

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca”

gümüş anahtarla telaşsevinç açtığım kapılardan gerisin geriye dönüp yalnızlığımı haylamayı, üşüyen ve biteviye tütün kokan ellerimi kendi ceplerimle saklamayı, sürgünde bir başka sürgüne , kadının emriyle bizzat, sürülmeyi, boşanma davasına itiraz dilekçesi yazmayı, adımlarımı yavaşlatmayı ve adını unutmayı..

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca”


15 Aralık 2017 Cuma

Verirken sormadın Tanrım, bahşettin, sevindirdin, şen bir bahar bahçesine çevirdin kalbimi, minnettarım, tüm ferahfeza sabahlar için. Eğer şimdi alacaksan da bu göğü, yine eyvallah, sen verdin sen aldın derim, derim ama daha iyi bilirsin, can yanması nedir, hüzün nedir..

Ben şiiri çok sevmiştim, sevdirmiştin ve demiştim Tanrım ben şiir oldum baştan ayağı sensin benim şairim. Ama şiir şairine bir başkaldırı değil midir? Şiir isyan eder şairine ve şair yine şefkatle okşar şiirin başını!

Evet isyana dökülen bir şiirim şairine karşı Tanrım rica ederim sar beni bu gece daha!..

Elbet şiir de şairindendir
Tanrım bu gece daha
Bir yaşamak daha..

Ben de çok özlüyorum Füsun'u




Nişantaş’tan Beşiktaş’a inen eski bir belediye otobüsünde okumuştum Didem Madak’ı ilk kez. Otobüs Maçka’ya varmadan dışarı atmıştım kendimi. Çünkü o, bir çırpıda söyleyivermişti kimseye göstermediğim yaralarımın saklandığı yerleri, bir çırpıda söküp atmıştı pansumanlarımı da başlamıştı kanama yeniden. İstanbul, karanlık bir kışın kucağına uzanmış, susuyordu, ben, Füsun’un karanlıktan korkan yüzünü görüyordum uzakta. Oysa o vakitler sarhoş bir Selim İleri’yle karşılaşabilmeyi umuyordum. Bir akşamdı, Karaköy’de görmüştüm hatta, kahverengi kadife ceketinin içinde hayli durgun, hayli yalnız, ağlıyordu. Ben de ağlamıştım o gün Maçka Parkı’nda. Kimse bilmiyor. Çünkü Didem Madak, anlaşılabilmenin hüzünbaz mısralarını sunuyordu bana ve ölmüştü. Kaçırılmış bir trenin ardında bıraktığı neyse oydum.


Ve şimdi, yüzlerce gün ve gecenin ardından elime ilk kez aldığım kendi dilimde yazılı-basılı eser, Didem Madak’ı anlatan onun yaralarını resmeden bir dergi. Okudum bir nefeste. Bitti. Allah kahretsin Madak’ı anlatan sayfalar birden bire bitti. Uzanıp kitaplığımdan bir Madak şiiri çekmeliyim, ellerimi uzatıyorum boşluğa, yıkılıp gidiyor gök, yıkılıp gidiyor.


Benim duvar boyu uzanan beyaz bir kitaplığım vardı. Babamla aynı marangoza yaptırmıştık. Şimdi nerede o kitaplık, bilmiyorum. Ah’lar ağacı’nın Grapon Kağıtları’yla birbirine yaslandığı kitaplarım, nerede, bilmiyorum. Bir daha onları elime alıp bulabilir miyim kaybolduğum sokakların izlerini, bilmiyorum. Ben bir daha bulabilir miyim kendimi, hiç bilmiyorum.


Biraz sonra ölecekmişim gibi bir telaşla yazmak istiyorum oysa. Binlercesine döküp yüzümü, döküp tüm taşlarını eteklerimin, bir ters yüz etme ayini gibi anlatma telaşına bırakmak istiyorum kendimi. Kaybolmuş olan kendimi bir daha bulabilmek ve bu sefer hiç kaybetmemek için sıkı sıkıya bileklerinden zincirlemek istiyorum, kendime. Bir kendim olmalıydı. Bunu hatırlayabilmek istiyorum. Yakınan ve ağıtlara ve kışa sığınan adamların ve kadınların bildiğini kimse bilmiyor, kimse bilmiyor geceleri sokaklarda neden durmaksızın, neden üşüyerek ve neden sigara üzerine sigara yakarak yürüdüğümü, hiç kimse bilmiyor.


Belki yazabilirsem bir intihar mektubu gibi aceleci ve okuyanı sonu gelmez kederlere misafir eden, belki yazabilirsem iyileşeceğim sanıyorum. Gecenin orta yerinde birden bire uyanıp bir kadının sesini duyuyorum. Bunu da kimse bilmiyor. Biraz sonra ölmek istemiyorum. Biraz sonra yeniden yaşamak istiyorum. Yeniden..


‘Bazı geceler uyanıp sigara içiyorum karanlıkta, odamdaki aynada yanıp sönen küçük kırmızı bir yıldızım.‘ 



12 Kasım 2017 Pazar

Boşanma davasına itiraz dilekçesi







Fotoğraflardan çıkarılmakla başladı sürgünüm.

Özenle yaptılar bu işi.

Ellerimi ve gölgemi de kesmeyi unutmadılar.

Unutmadılar beni unutmayı.

Avukat mı?

Avukat için bir sigara mühletince eşlik eden şiirden fazlası değilim.

Kadınlar ve adamlar içinse çıkarılmış bir adamım fotoğraflardan. Hepsi bu.

Adım yok telefon rehberlerinde.

Adım, yok hükmünde.

Yokluğa mahkum edilmek nedir bilir misin avukat? Bilmezsin a. Bilmezsin.

Ben biliyorum her kahırdan sabaha uyandığımda. Her kahırdan geceye sığındığımda.

Yola çıksam gidecek yol tükendi. Yazacak kalem tükendi. Tükendi hepten varlığım.

Yokluğa mahkum olmak ne demek bilir misin avukat? Ben bilirim a. Hem de nasıl bilirim.

Çiçekli bahçelerde çay içen, gülen kadınlar var şimdi bir milyon fersah ötede.
Ben, ötede. Öteki. En öteki. İvedilikle fotoğraflardan çıkarılması gereken.
İvedilikle unutulması gereken.

Şerh düştü kader ömrüme ‘Unutulacak’ dedi ne varsa varlığıma dair. Unutulsun!

Ben de unutayım ama avukat! Ben de unutabileyim. Yoksa böylesi bir azaba hüküm giymek büsbütün ölümü özlemek.

Bildiğim tüm yolları yeniden arşınladım. Bir tanıdık yüze denk gelirim belki diye. Belki biri çıkar “Abi sen o değil miydin ya, gel bir çay içelim, gel bir halleşelim şöyle boylu boyunca” der diye döndüm durdum da kimse çıkmadı kimse tanımadı yarıdan fazla karanlığa dönmüş yüzümü avukat!

Kalbimiz vardı sahi bizim hatırlıyor musun? Ben hatırlayamıyorum. Karaköy filan hani. Beşiktaş vapurlarında hani sarılan sevgililer. Ben hatırlayamıyorum hiçbirini avukat. Bir elmanın çürümesi gibi çürüdü ümit diye pencere önünde beslediğim gündoğumlarım. Yok hükmündeyim bütün şiirlerinde senin. Yok hükmündeyim bütün aşk filmlerinde. Biliyor musun bir yılı geçeli çok oldu bir sinemaya gitmeyeli. Sinema çıkışında yağmura yakalanmayalı. Kederlenip içli bir türküye elleri ceplerinde bir sigara tellendirmeyeli.

Yok yanlış anlama. Elbet bırakmadım sigarayı. Beni bir bırakmayan o kaldı. Nasıl kıyarım ona da. Tütün sarmada pek mahir oldum geçen bu dört yüz günün üzerine. Dört yüz seksen altı gün. Ve geceler de dahil bu dört yüz seksen altıya! Geceleri bilir misin yok hükmünde olan için gök yarılmış da bütün çağların kahrını boşaltır üzerine. Yok hükmünde olan için. Yok hükmünde olan için. Yok hükmünde olan için.

Ben kimim artık avukat inan hiç bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum artık.

Bir kadını sevmiştim bir vakit. Ellerini saçlarımda gezdirmişti. Kumsala koşup kahkahalar atmıştım. Koşmuştum avukat, sevince kadın beni, nefesim kesilene dek. Evlenmiştim bile! Nasıl koştuğumu hatırlamıyorum hiç avukat. Hiçbir şey hatırlayamıyorum. Ölünce de böyle mi oluyor sahi? Yığılıp kalıyor mu anılar bir ceset torbasının içinde. Darmadağın.

Eyvah! diyecek soluğum yok. O eşiği geçeli çok oldu. Birçok nehri geçeli de. Sana anlatmak istediğim bir kamyon dolusu öykü vardı. Onlar da uçup gitti göçmen kuşlarla. Dilim artık yalnız göç aksanına dönüyor. Yalnızlığın elleri uzanıp göğsüm içinde bir yeri fena halde sıkıyor. Sen bunu hiç bilmiyorsun avukat. Yalnızlık öldürecek beni öldürecekse. Başka fail arama sakın ardımdan. Bilmiyorum belki de ölüm, dedikleri gibi devadır tüm bu yokluğa. Yokluktan sahici bir varlığa geçiştir belki de ölüm. Bilmiyorum. Bilmemek de beni huzursuz ediyor avukat.

Dün sabah da aynıydı kalbimdeki ağrı. Geçer diye bekledim. Yürüdüm. Sahile indim. Çok sigara içtim. Üşüdüm. Çay içtim. Sarı yapraklı defteri açtım. Hiçbir şey yazmadım. Çok sigara içtim. Küçük çocukların gözlerinde yaşamak şevki aradım, aradım durdum bir şeyleri, şu yalnızlığımı bir lahza olsun dindirsin diye. Bulamadım avukat. Ölümcül bir diş ağrısı gibi hiçbir ecza çare olmuyor buna.

Geceye döndü işte vakit. Vakit yine haymatlos için ölümlerden ölüm beğenme vakti. O da beğenmiyor ya beni neyleyim. Neyleyim bu elllerimi. Dört yüz seksen altı gece dört yüz seksen altı gündüz boyunca bir başka el ile kavuşamamış ve bir daha kavuşamayacak olan bu sürgünde terk edilmiş adamın ellerini. Neyleyim. Göğsümde gökyüzü gibi bir boşluk gökyüzü gibi bir ağrı gökyüzü gibi bir yalnızlık, neyleyim. Ne vakit bir kelam edecek olsam “Ah, deva” diyebiliyorum yalnız. Fazlasına takatim yetmiyor. Ölsek geçer mi tüm bunlar avukat? Bulunur mu toprak altında bu huzursuzluğun devası? Bu boşluğa kafi gelir mi toprak?

Şimdi çıksam bir bunaltıdan, koşup gelsem Şair Orhan Veli sokağına. Beni karşılar mısın avukat? Hiçbir şey sormadan bir müddet, ağlayabilmeme izin verir misin avukat?

Sana bunları son bir gayretle yazıyorum avukat. Düşüp kalacağım biraz sonra bir sokak köşesinde. Adımı kimse bilmeyecek. Kimse bilmeyecek yüzümü. Fotoğraflarımı ve kitaplarımı ateşe vereli dört yüz seksen altı gün ve gece geçti. Geçti istemem gelmeni diye boşa dememiş şair. Bir talandı hepsi kimi kurtuldu tufandan kimi benim gibi yenik düştü. Hüküm giydim. “Müebbet yokluk” diye bir ses duydum. Uyumamıştım halbuki ama uyandım birden bire bir nehrin orta yerinde. Baştan ayağa çamura bulanmış baştan ayağa terk edilmiş.

Gidecek kapım yok.

Uyuyabilecek bir yatağım da.

Bir tütün daha sarıyorum işte.

Zifirden bir gece daha öğütüyorum yalnızlığımın başucunda.

Kimse yok.

Hiç kimse yok.

Beladan ve soğuktan başka.

hiç

kimse

hiç

9 Kasım 2017 Perşembe

"Hepsi ayrılık, hepsi deniz sesi"


Yağmur akşamlarda çoğalan bir ağrı şimdi kış. Çok sürmez kar başlar, pencere önünde solup giden fesleğenim yeniden açabilme şevkini bütün bütün kaybeder.

Sahi kar düştü mü dağa? Düşmüştür tabi, kalır mı hiç bu vakte kadar.

Sokaklardan çekildi kadınlar ve adamlar buralarda. Mütemadi bir soğukla başbaşa yürüyorum ve anımsamaya çalışıyorum adımı. Ellerim fena halde üşüyor. Eldivenlerim sırt çantamda benimle dolaşıyor günlerdir. O eldivenleri de çıkarıp kullanamıyorum. Canımı acıtan bir şey var onlarda.

Yürüyorum.

Unutmak için büyük yalnızlığını dünyanın.

Yürüyorum.

Kesişen kaldırımlardan medet ummadan.

Sahi sabahları nasıl uyanılıyordu?

Unuttum.

Kalbim üzerine bu ölü filin cesedini kim koydu? Nefes alamıyorum! Rica etsem yardımcı olabilir mi birisi, diye bakıyorum, bu uzay boşluğunun orta yerinde, sesim çıkmıyor, herkes nereye gitti bir anda!

Yanımda oksijen maskesi niyetine taşıdığım tütünüm, kafi gelmiyor nasıl şeydi şöyle ciğer dolusu bir nefes alabilmek?

Unuttum.

Bir şiirde mi geçiyordu 'Gök bir kayalık gibi şimdi üzerimde' diye. Göğe bakamıyorum. Devrilecek üzerime bakarsam eğer. Biliyorum. Bildiğim daha nicesi var, şimdi kelimelerin etrafından dolandığı. Merkez noktasından uzaklaşmaya çalışan cisim merkezin etrafında daireler çizer de bir türlü uzaklaşamazmış ya, bu kelimeler, yani güçbela boyamaya çalıştığım ve kendi griliğimden olanca uzak bir mesafede tutmaya çalıştığım kelimeler, ısrarla ve inatla, göğsüm üzerinde ağrıyıp duran dağılmış o tufan vurmuş o iflah olmaz yaralar açılmış yere, hücum ediyorlar.

Bir bisikletim bile olmuştu oysa. Bir bisikletim bile olmuştu. Uçsuz ovanın orta yerinden ellerimi iki yana açarak ve kahkahazaman şarkılar söylerek sürdüğüm.

Yürüyorum.

Soğuğun keskin soluğu bir nebze olsun uzaklaştırır, dindirir belki bu içimden konuşup duran sesi diye. Yürüyorum. Susmuyor Lamiha. Konuşup duruyor meyhane sarhoşları gibi geveze ve kederden müteşekkil. Gömülü bir ırmağın yalnızlığına tutturduğu ağıtlar üleşiyor konuşup duran sese. Elimi sokup göğsüm içine, çekip almak istiyorum onu. Beceremiyorum.

Yürüyorum.

Bugün, 9 kasım 2017 perşembe.

Bir yaşamak daha toparlanıp gitti. İşte, pencereme gece indi ve ben ruhumun acıyan yanlarından çoğalıp gelen kelimeler sağanağından korumaya çalışıyorum şimdi herkesi.

Sahi

Tanrı benimle de konuşur mu? Konuşsa ne iyi olur. Deva sunsa ve dese hadi çok yoruldun bu gölgelikte, kalk gel dese, ne iyi olur. Çünkü yorgunum çünkü baştan ayağa sükuta bürünmüş dudaklarım yeniden bir soluğa ulaşamayacak, biliyorum. Kelam şifa olmayacaksa neye yarar sahi.

Elleri ceplerinde bir yalnızlıkla yürüyorum kayboluşumun haritasını çıkarmaya çalışarak.

Kimse yok ve artık anladım, olmayacak da kimse.

...

Bir öğle sonrasıydı, kaosun başkentinde, bir kadın makyaj masasında oturuyordu kıpırtısız ve bir adam, olanca sakinliği ile kapının önünde ayakta duruyordu. Uzun bir sessizliğin ardından adam 'Biliyorum, bir gün kendini hazır hissettiğinde bir gün o gücü kanatlarında hissettiğinde uçup gideceksin bilmediğim kıyılara ve ben seni tutamayacağım' dedi. Kadın hiçbir şey söylemedi. Yalnız belli belirsiz bir kıpırtı dudağının kenarından geçip gitti. Aradan uzun vakitler geçti. Döngü tamamlandı. İlk kez beraber uyudukları 9 Ekim'in bilmem kaçıncı  yıldönümünde kadın, artık hazırım o bırakıp gitme gücüne erdim dedi ve uçup gitti. Hayat dedikleri hengâme ne tuhaf şey.

...

Bu yaşa erince ölmeden bu yaşa erdirince Tanrı ve hatta gül reçeli gibi aydınlık sabahlara dahi uyandırınca, sandım ki yaşamım, böylesi bir huzurla sürüp gidecek, sandım ki her sabah uyandığımda, ruhuma merhem olan o gülüş öyle umutla çağlayan nehirlerin şarkısını taşıyacak bana. Fakat yaşamak denen heyula böyle bir düş değilmiş, öğrendim Tanrım ama affet kabullenemedim, hala. Ruhumda telafisi mümkün olmayan, büyük, derin, dipsiz bir karanlık kaldı ondan geriye ki bunu benden daha iyi biliyorsun elbette.

1 Ocak 2017 Pazar

Haymatlos



İki paket sigara içtim. Çaycının şarkı listesi yedi kere başa sardı. G. hala gelmedi.

Önümdeki masaya liseden kaçmış sevgililer, at yarışı oynayan bir adam, hamburgercide çalışan bir kadın oturdu kalktı. Hepsi istisnasız çay içti. Akşam ezanından sonra ayakkabı boyacısı çocuk benimle muhabbet etmeye çalıştı. Paramın olmadığına onu ikna edemedim. Kola ısmarladım. Kolasını içerken bir şeyler anlattı. Ne anlattığını hatırlamıyorum. Bir sigara istedi. Yaşına bakmadan verdim. “Sokaktakilerin yaşı olmaz ağabey” diyecekti onu uyarsaydım. Biliyorum. Sigarasını bitirince kalktı gitti. Kolasını yanına aldı. Meydanda birini bekler gibi duran takım elbiseli adamın yanına koştu. Adamın konuşmasına fırsat vermeden önünde diz çöktü, hızlı hızlı bir şeyler anlatmaya başladı. Bir yandan da adamın ayakkabılarından birini kapmaya çalışıyordu.

Onu uzaktan izlerken bir çay daha söyledim. Açlığımı iki simitle geçiştirdim. Yanında peynir de çekmedi değil canım ama bu durumda böylesi lükslere para harcayamazdım. G. gelirse belki yemek ısmarlar diye düşündüm. Öğleden beri onu bekliyordum. Telefon kulübesinden üç defa aradım, üçüncüde açtı. Başıma gelenleri anlattım. Canı sıkıldı, sesinden belliydi. Halı saha maçından sonra geleceğini söyledi. Nerede beklediğimi tarif ettikten sonra telefonu kapatıp çaycının önündeki kaldırıma gelişigüzel koyulmuş masaya döndüm.

G ile çocukluğumuzdan beri tanırdık birbirimizi. Hatta mahalledeki bakkalın çırağı bizi uzun yıllar kardeş zannetmişti. Aynı apartmanda yaşıyorduk. Altlı üstlüydü evlerimiz. Apartmanın arka balkonları, geceleri otopark gündüzleri futbol sahası olan arsaya bakardı. G, okuldan her dönüşünde üniformalarını çıkarmadan arsaya koşardı. Halime Teyze’den çok terlik yedi bu yüzden. Ben sevemedim maç yapmayı. G de bunu anlamış olacak ki beni hiç çağırmadı maçlara. Zaten hep hastaydım. Çocukluğumun uzun bir dönemi genzi yakan tentürdiyot kokulu hastane koridorlarında geçti. Göğüs hastalıkları bölümündeki bütün doktorları ve hemşireleri tanıyordum ve hepsinden nefret ediyordum. Her seferinde o berbat vişne suyundan veriyorlardı ve içmezsem bayılacağımı söylüyorlardı. Halbuki hiç bayılmamıştım!

Oturduğum sandalye çok rahatsızdı. Sanki insanlar hemen kalksın masayı uzun süre işgal etmesinler diye özenle yapılmıştı. Çayın tadı da berbattı. Midemi yakıyordu. Çay yerine ıhlamur söyledim. 2 lira daha pahalı olmasına rağmen mide ağrıma iyi gelebilirdi. Hem iki gündür sokaktaydım ve hasta olabilirdim. Böyle bir durumdayken hasta olmamalıydım. Ihlamurun yanında limon da istedim. Annem böyle şeylerin içine limon sıkmanın insanı hastalıklardan koruyacağını söylerdi.  Ayakkabı boyacısı çocuğa bakındım ona da ıhlamur ısmarlamak geldi içimden ama göremedim.

2001 yılının kışında çok hastalanmıştım annem limonlu bitki çayları içirmişti. O kış deli gibi kar yağmıştı arka bahçeye. Hatta arsaya park eden arabalar bile üç gün çıkamamışlardı oldukları yerden. Okullar tatil olmuştu. G ile arka bahçeye inip gizlice sigara içmiştik kar altında. Beni, dizimize kadar gelen karın içine yuvarlamıştı. Kalkıp ben de onu karın içine atmıştım. Deli gibi gülmüştük buna. Kahkahalarımızı duyan giriş kattaki İsa Amca cama çıkmış ve o sert bakışlarından birini atmıştı. Apar topar kaçmıştık. İsa Amca emekli albaydı. Karısı öldükten sonra onun ne güldüğüne ne de konuştuğuna kimse şahit olmamış. On iki yıl alt komşumuz olmasına rağmen ben de onunla konuştuğumu hiç hatırlamıyorum. Gece yarısına kadar televizyon izlerdi. Hep haberleri izlerdi. Arada bir de arka mahalledeki tekelden rakı alırdı. Onun büyük bir savaş gördüğünü ve savaşta bütün arkadaşlarını kaybettikten sonra konuşmama yemini ettiğini düşünürdüm hep. Karısıyla da konuşmazmış hiç. Kapıcı Cevriye Teyze anlatmıştı. Karısı öldükten sonra on yedi gün evden çıkmamış. Herhalde adamcağız da öldü deyip polisi çağırmışlar. Polis kapıyı kırıp içeri girince İsa Amcayı televizyonun karşısında sızmış halde bulmuşlar. O zamanlar çok içermiş. Tekelci Osman Abi ona rakı yetiştiremezmiş. İstisnasız herkes korkardı İsa Amca’dan. Mahalledeki çocuklar sokağa onun girdiğini görünce hemen arsaya kaçarlardı. Ama ben çok üzülürdüm İsa Amcaya. Diğer çocuklar gibi kaçmazdım. Apartmana girene kadar onu izlerdim. Ağır ağır cebinden anahtarı çıkarırdı. Birkaç sefer iyi akşamlar diye seslenmiştim bile ama galiba duymamıştı. G, İsa Amca ile ilgili korkunç hikayeler anlatırdı. Onunla konuşmamamı eğer sesimi beğenmezse beni öldüreceğini söylerdi. G, İsa Amca’nın geceleri dışarı çıktığını ve sesini beğenmediği insanları savaştan kalma silahıyla öldürdüğünü, gündüzleri de dışarı çıkmadığı için polislerin onu bulamadığını anlatırdı. G zaten hep böyle tuhaf hikayeler anlatırdı. Balkonda sabaha kadar otururduk hafta sonları. Halime Teyze bize börek ve içli köfte ikram ederdi. Herkes uyuduktan sonra G dolabında sakladığı sigarasını getirir, yakalanma korkusuyla hızlı hızlı içerdik. İlk sigaradan sonra mutlaka başımız dönerdi. G’nin iki tane Darth Vader maskesi vardı. Balkonun ışığını söndürüp gece sokaktan geçenleri korkutmak için o maskeleri takardık. Kimseyi korkutamamış olsak da bu bizim en büyük eğlencemizdi. Lise çağına geldiğimizde bile bu oyundan vazgeçmemiştik.

Lise son sınıfa gelmeden G ile yollarımız ayrılmak zorunda kaldı. Babam vergi dairesinde memurdu. Dairedeki müdürüyle sürekli kavga ederdi. Onun rüşvetçi olduğundan elli kere üstlerine dilekçe yazsa da hakkında hiçbir işlem yapılmadığından yakınıp dururdu. İşin sonunda babamı Tekirdağ’a yolladılar. Babamın tabiriyle ‘sürgün’ ettiler. Haberi aldığım o akşamı ne zaman hatırlasam göğsüm daralır. Babam eve gelince üzerini değiştirmeden mutfağa girmişti. Annem yemek hazırlıyor ben de balkonda oturmuş arsada maç yapan çocukları izliyordum. “Sonunda istediğini elde etti o mendebur adam, beni sürgüne yolluyorlar” dediğini duydum babamın. İçimde bir yerde devasa büyüklükteki camların patladığını hatırlıyorum. O gün gece yarısına kadar balkonda oturdum. Annemle babam biraz tartıştıktan sonra annem Halime Teyzelere gitti. Haberi öğrenen G yanıma geldi. Canım çok sıkkındı. Onların balkonunda olsaydık şimdi bir sigara yakardık diye düşündüm. “Üzülme oğlum aynı üniversiteye gideriz” diye teselli etmeye çalıştı beni. Ama ikimiz de biliyorduk ben G kadar çalışkan biri değildim. Kafam çok basmazdı derslere. Zaten okuldan da nefret ederdim. O İstanbul’da iyi bir üniversiteye yerleşti. Ben ilk sene kazanamadım. Tekirdağ’da bir yıl daha hazırlandıktan sonra da İstanbul’da bir yer tutturamadım.

Üniversiteyi kazandığım ilk yaz Bozcaada’ya tatile gittik. Tatil boyunca G’ye, biriktirdiğim her şeyi anlatmak için dur durak bilmeden konuştum. O kadar çok konuşmuştum ki G beni dinlemekten yorulmuş ‘Çok siyasi takılıyorsun oğlum boş işler bunlar” diyerek terslemişti. Sonraki yazlarda ise çok görüşemedik. Sanırım ona yaz planı için biraz geç haber veriyordum ve o da başkalarına çoktan söz vermiş oluyordu. Çok sonra duydum Halime Teyzeler de taşınmış o apartmandan. Kamil Amca’nın işleri iyi gitmiş ve geniş bir ev satın almışlar. Telefonlarını Cevriye Teyze’den alıp aradım hayırlı olsun için. G ile konuşurken nereden aklıma geldiyse Darth Vader maskelerini sordum. Taşınırken kaybolduğunu söyledi. İşte buna sahiden üzüldüm..

Bir çay daha söyledim. Kadıköy’den gelen son vapur iskeleye yanaşıyordu. İçinde neredeyse hiç kimse yoktu. Kalkıp telefon kulübesine gittim. G’yi bir kez daha aradım. Cevap vermedi. Tuhaf bir ürperti kapladı içimi. Sanırım onu aramakla hata etmiştim. Ama arayabilecek başka kimsem kalmamıştı ki! Oysa telefon kulübesine yürürken “Eski günlerin hatırına, bir gecelik de olsa evini mutlaka açar bana, balkonda sabahladığımız gecelerden hikayeler anlatırız birbirimize, başıma gelenleri filan bile anlatmam ona canını sıkmamak için, hatta bakarsın bu gece de kar yağar çocukluk zamanlarımızdaki gibi, her şeyi unutup deli gibi kahkahalar atarız” diye geçirmiştim içimden.


Çaycıya geri döndüm. Bir sigara daha yaktım. Karnım acıkmaya başlamıştı. Cebimdeki parayı yeniden saydım. Kaşarlı tost istedim. Çaycı, tost makinasını kapattığını söyledi. Keşke ayakkabı boyacısı çocuk burada olsaydı diye geçti içimden. Hesabı istedim.




Merasim


Yine de unutacağım sizi. Karanlığa alışmış kalbimi, yüzleriniz ve sesleriniz istila ettikçe rüyalarımı acıyan kalbimi, taşların altında ezeceğim.

Başka bir yaşamak düşü kursaydık yola ve un ufak olmaya dair, ancak bu kadar güzel ve içli ve öfkeli bir hikaye yazabilirdik, uzun uzun fiyakalı cümleler kurduğumuz, mütemadiyen çay ve sigara içtiğimiz balkonda.

Tebrikler Simeranya. Tebrikler!

Balkonlarımızda dolaşırken, merakımı inatla demir bir çubukla oyan, tütün sararken oluşan o sessiz anlarda zihnimin içinde, menzilini kaybetmiş bir kuyruklu yıldız gibi savrulan 'Burada, bu masaya cümleler boca eden adamlardan, yani bizden, acaba hangimiz ölecek en önce? Hem sonra o ilk ölenin cenazesi nasıl olacak sahi?' düşüncesi, aklımın köşe taşlarını yontardı. Fakat alelacele yazılmış bir final, tüm olasılıkları ortadan kaldırarak, nöronlarımı yoran bu fikri çekip aldı. Ala!

Yangın merdiveninde oturup susmuştuk. 'Gidiyorum' demiştim. Berbat bir şehir manzarası uzanıyordu ardında.

Başım çok ağrıyor. Hiçbir şey anlatmak gelmiyor içimden. Hızla çöktü karanlık pencereye ve kar durdu. Yine de ellerim çok üşüyor sigara içmeye çıktığım yürüyüşlerde. Ağaçlı yolun bitiminde göl başlıyor. Kestaneler dökülmüş yoldan geçip kabuklarını eziyorum zifir gibi ağzıma dolan hatıraların. Belli belirsiz bir küfür fısıldıyorum.