17 Aralık 2017 Pazar

On bir yıl evveliydi. Çocuktuk, bıyıklarım yenice terlemeye başlamıştı, onun gözlerinde delişmen bir yaşamak şevki vardı, biraz utangaç bakışları, uzaktan uzağa. Kalbim dediğim kırlangıç sürüsü, birdenbire havalanıyordu, onun gözleriyle denk düşünce gözlerim.

Kar altında koşuyordum sokaklar boyu nefesim tükenene dek, kahkahalar atıyordum, şarkılar söylüyordum.

Bütün bir kış kar yağmıştı çocukluğumuzun üzerine, o öyle uzaktan bakmaya devam etmişti çocuk gözlerime. Bense, onun misafir olduğu düşlerle uykumun kaçtığı gecelerde, arka bahçeye inip sigaraya başlamıştım, ilkgençliğime adım atar gibi.

Karlar çekilip bahar yürüyünce toprağa, suskunluğumuz da yatağını bulmuş bir nehir gibi çözülüverdi. Bütün kuşları havalandı şehrin o vakit.

Karadeniz gibiydi o, bir yanında uçurumlara uzanan kayalıklar vardı diğer yanı nar çiçeği gibi nazenindi.

Bir cuma günü okulu kırıp ovayı tepeden gören parka koşmuştuk. Gün batımı, çocuk kalbimizi okşuyordu. Omzuma yaslanıp susmuştu uzunca vakit.

Memurdu babam ve şehirden ayrılacaktım yazla beraber.

Susmuştuk bir müddet daha, bahara yüzünü dönmüş ovaya doğru.

Neden sonra, sessizce bir şarkı fısıldamaya başlamıştı.
Öyle baştan ayağa hüzne boyanmış sesiyle




Sonra yaz geldi. Sonra üstü üste yığılan bavullar. Sonra bitmek bilmez yollar. Sonra mevsimler peşi sıra..

Uzun uzun özlemler biriktirdik şehirler arası otobüs yolculuklarında ve bir sabah nihayet beraber uyandık parlak, masmavi bir gökyüzünün altında, yüzümüz Akdeniz'e dönmüş, saçlarımıza narenciye kokusu sinmişti. Sevinmiştik turuncu bir balık görünce berrak suda. Sevinmiş ve yeniden çocuk olmuştuk.

Oysa şimdi o, dünyanın bir başka ucunda, ben bir başka ucunda.. Aramızda okyanuslar aramızda anlatılmamış öyküler aramızda uzun susmuşluklar var. Çocuk yüzüm yerini tufana bıraktı..
"Hepsi bittikten sonra...Şimdi her şey birbirine karışıyor birbirine benziyor birbirinde eriyor, ayrılık birçok ayrılığı birlikte getiriyor" demişti Selim İleri, onu da anlıyorum şimdi.

Bugün 18 Aralık 2017. Bir göz yumma anında dahi tahayyül etmediğim 'boşanma davası' dedikleri o soğuk,kirli gri kelime, benim de seyir defterime dahil oluyor.
Çinlilerin çok naif bir bedduası var, öfkelendiklerinde "Tuhaf zamanlarda yaşayasın" derler.

Tuhaf zamanlardayım işte Tanrım, oluyor olacak olan!

Yine de, dedim ya,

minnettarım tüm ferahfeza sabahlar için; hızla geçen bu kısa karşılaşmada, huzur dedikleri o tılsımlı beste neymiş, gülmek neymiş kalp dolusu, uyuyabilmek neymiş güvenden müteşekkil bir gök altında, çıplak ayak yürür gibi yağmurlu bir kumsalda, neymiş aşk bildim.

Teşekkür ederim, tüm bu yaşamak için.







 



16 Aralık 2017 Cumartesi

'Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca'

-Cenaze merasimine izin vermedi devlet. Gece yarısı sessiz sedasız gömdü birkaç kişi. Ne annesi öpebildi son kez alnından ne de kadını, sarılabildi, doyasıya, ki zaten sarılmazdı da, firari bir gecede çıkıp gelseydi dahi-





Gece yarısına doğru son trenin soluğuna atlar Sirkeci’ye varırdım. Ellerimde kitaplar ellerimde kahverengi bir defter, ellerimde çocukluğum. Çocukluğumu, gecenin üzerine sürüp, Beyoğlu’na çıkan yokuşlarda, yarı tedirgin bir sigara molası verir, ilkgençliğime cesur bir yüzle adım atabilmenin hayalini kurardım. Zamanın peşi sıra dökülen bir tablo gibi, yüzüme kırgın kalacağını hiç bilmezdim. Hem sonra Yeşilköy’ün ardışık sokaklarında bahara dönmüş göğe bakıp kahkaha bile atmıştım. Başım dönmüştü bu kahkahadan. Böylesini kim tahmin edebilirdi ki..

Hepsi o küçük hikayede kaldı. Hepsi bir nehir kıyısında, hepsi bir tufanın ardında..Unutulacak diyorum, sokaklarıyla benim olan şehir. Unutulsun. Ne çıkar.
Soyunup dökündüm, kalmadı hiçbir şey geçmişliğime dair!


Şimdi çok yorgunum, bir nehrin gürültüsünü dinlemiş gibi durmaksızın.

Yolun sonuna geldim ve o son dedikleri sınırı da geçtim.
Bu, tek ayak üstünde durduğum büyük boşluğun orta yerinde, artık hiç kimseyi beklemeyen bir hiçbir şey olarak, sanki tüm o ferahfeza sabahları ben yaşamamışım gibi, susuyorum.

Yine de
diyor ya şair

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca

Bu mısradır yüzümün izi, saçımın beyazı, hızla ilerleyen kamburluğum.

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca”

gümüş anahtarla telaşsevinç açtığım kapılardan gerisin geriye dönüp yalnızlığımı haylamayı, üşüyen ve biteviye tütün kokan ellerimi kendi ceplerimle saklamayı, sürgünde bir başka sürgüne , kadının emriyle bizzat, sürülmeyi, boşanma davasına itiraz dilekçesi yazmayı, adımlarımı yavaşlatmayı ve adını unutmayı..

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca”


15 Aralık 2017 Cuma

Verirken sormadın Tanrım, bahşettin, sevindirdin, şen bir bahar bahçesine çevirdin kalbimi, minnettarım, tüm ferahfeza sabahlar için. Eğer şimdi alacaksan da bu göğü, yine eyvallah, sen verdin sen aldın derim, derim ama daha iyi bilirsin, can yanması nedir, hüzün nedir..

Ben şiiri çok sevmiştim, sevdirmiştin ve demiştim Tanrım ben şiir oldum baştan ayağı sensin benim şairim. Ama şiir şairine bir başkaldırı değil midir? Şiir isyan eder şairine ve şair yine şefkatle okşar şiirin başını!

Evet isyana dökülen bir şiirim şairine karşı Tanrım rica ederim sar beni bu gece daha!..

Elbet şiir de şairindendir
Tanrım bu gece daha
Bir yaşamak daha..

Ben de çok özlüyorum Füsun'u




Nişantaş’tan Beşiktaş’a inen eski bir belediye otobüsünde okumuştum Didem Madak’ı ilk kez. Otobüs Maçka’ya varmadan dışarı atmıştım kendimi. Çünkü o, bir çırpıda söyleyivermişti kimseye göstermediğim yaralarımın saklandığı yerleri, bir çırpıda söküp atmıştı pansumanlarımı da başlamıştı kanama yeniden. İstanbul, karanlık bir kışın kucağına uzanmış, susuyordu, ben, Füsun’un karanlıktan korkan yüzünü görüyordum uzakta. Oysa o vakitler sarhoş bir Selim İleri’yle karşılaşabilmeyi umuyordum. Bir akşamdı, Karaköy’de görmüştüm hatta, kahverengi kadife ceketinin içinde hayli durgun, hayli yalnız, ağlıyordu. Ben de ağlamıştım o gün Maçka Parkı’nda. Kimse bilmiyor. Çünkü Didem Madak, anlaşılabilmenin hüzünbaz mısralarını sunuyordu bana ve ölmüştü. Kaçırılmış bir trenin ardında bıraktığı neyse oydum.


Ve şimdi, yüzlerce gün ve gecenin ardından elime ilk kez aldığım kendi dilimde yazılı-basılı eser, Didem Madak’ı anlatan onun yaralarını resmeden bir dergi. Okudum bir nefeste. Bitti. Allah kahretsin Madak’ı anlatan sayfalar birden bire bitti. Uzanıp kitaplığımdan bir Madak şiiri çekmeliyim, ellerimi uzatıyorum boşluğa, yıkılıp gidiyor gök, yıkılıp gidiyor.


Benim duvar boyu uzanan beyaz bir kitaplığım vardı. Babamla aynı marangoza yaptırmıştık. Şimdi nerede o kitaplık, bilmiyorum. Ah’lar ağacı’nın Grapon Kağıtları’yla birbirine yaslandığı kitaplarım, nerede, bilmiyorum. Bir daha onları elime alıp bulabilir miyim kaybolduğum sokakların izlerini, bilmiyorum. Ben bir daha bulabilir miyim kendimi, hiç bilmiyorum.


Biraz sonra ölecekmişim gibi bir telaşla yazmak istiyorum oysa. Binlercesine döküp yüzümü, döküp tüm taşlarını eteklerimin, bir ters yüz etme ayini gibi anlatma telaşına bırakmak istiyorum kendimi. Kaybolmuş olan kendimi bir daha bulabilmek ve bu sefer hiç kaybetmemek için sıkı sıkıya bileklerinden zincirlemek istiyorum, kendime. Bir kendim olmalıydı. Bunu hatırlayabilmek istiyorum. Yakınan ve ağıtlara ve kışa sığınan adamların ve kadınların bildiğini kimse bilmiyor, kimse bilmiyor geceleri sokaklarda neden durmaksızın, neden üşüyerek ve neden sigara üzerine sigara yakarak yürüdüğümü, hiç kimse bilmiyor.


Belki yazabilirsem bir intihar mektubu gibi aceleci ve okuyanı sonu gelmez kederlere misafir eden, belki yazabilirsem iyileşeceğim sanıyorum. Gecenin orta yerinde birden bire uyanıp bir kadının sesini duyuyorum. Bunu da kimse bilmiyor. Biraz sonra ölmek istemiyorum. Biraz sonra yeniden yaşamak istiyorum. Yeniden..


‘Bazı geceler uyanıp sigara içiyorum karanlıkta, odamdaki aynada yanıp sönen küçük kırmızı bir yıldızım.‘