30 Temmuz 2012 Pazartesi

Misal


"güçlü bir el silkeledi beni sonra 
sanırım tanrının eliydi, 
sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan, 
çok şey geçmiş gibi başımdan 
ah dedim sonra, 
ah! "




ı.

Mesela böyle şarkılar olmasa
mesela sen hiç olmamış olsan
yani
yokun içinde varlık bulmuş olsan
ömrümden evvel
mesela kar yağarken New York'a, 
cüzdanımda sakladığım bir dal maltepeyi ateşlesem
bilindik küfürleri bir kenara koyup 
sana dair uzun cümleler kursam
mesela ben hiç yıldız parkına gitmemiş olsam
mesela bunca izden sonra
izlerimden seçip birini
en meşakkatlisini misal
ardısıra gitsem sonsuza dek
ama yok
illa bir kar sabahını özlemek var bahtımda
ve ilk dostum, ilk sığınağım, kucağına yıldırım oturmuş o katran ağacını da
çok da dert etmiyorum aslında
aslında hepsi bir tekrarın film arası
ama yine de bu
insanı sakat bırakan şarkılar olmadığı anlamına gelmez
hem sabahları pudra şekerli sade börek yemenin 
kırgın şeylere dair uzayıp giden bir yanı olmadığını kim iddia edebilir ki?

ıı.

Misal şimdi yağmur başlasa
olmaz ya olur da sen olmuş olsan
tahta bir oluktan karışıp yağmura 
tam düşecekken denize tutmuş olsam avcumda
tam okyanusa açılacakken büyük, lacivert bir gemi
tutmuş olsam avucundan
yoksul bir orkide gibi ve bembeyaz olsa sular 
avucumla beraber
mesela şimdi ölmekten hiç korkmasam
pera'da bir sabahçı kahvesinde 
mesela vitrinlerden yansıyan yüzümüz
birdenbire karışsa birbirine
bu şiirinin adını visal koysam
Doğu ekspresi Kars'a varmış olsa sabaha karşı
yataklı bir kompartmanda didem madak okuyan bir kadın olsa
kırmızı atkısıyla
şeker kokusu dolsa beyoğluna
mesela coney island'da bir başıma oturmuş ölümüne lucky strike patlatırken
mesela bir çocukla tanışsam, hala çizi'yle haylayf'ı birleştirip de yiyen
sıkıca sarılsam ona
ağır akan bir nehrin kıyısına varsam
siyah bir palto olsa üstümde
tıpkı konvansiyonel filmlerde olduğu gibi
ben öyle karizmatik izlerken suyu sen çıkıp gelsen yanıma
sussak inan ki sadece sussak
ölümsüzlüğün iksirini bulmuş yaşlı profesörün dağ başı sessizliği gibi, sussak
nehir akıp gitse önümüzden, devasa yayın balıkları geçse ömrümüzden
yayınları görür görmez semih kaplanoğlu'ndan bahis açsam
ve bir daha hiç susmasak. Öleceksiniz konuşmaktan, dese kediler
biz hiç susmasak
kelimeleri yeni öğrenmiş bir Amazon yerlisi gibi tedirgin
ve bir earl grey kadar huzurlu.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

bütün ölümler anne sütü kadar sahici şimdi

ve tuttu ellerinde suyu
sımsıkı bir keder gibi
ve tuttu kadınlar bütün yeminlerini
ve tuttu karnımdan bir kör bıçak
göğe doğru turkuvaz sesler yükseldi
ben ölmek istemedim

Berfu

hiç göstermediğim mısramdan girdi rüzgar
kül kül dağıtmak onun işiydi
çıngıraklı bir yalan üstüne iddiaya girdik
birinin ağzı mutlak katrana bulanacaktı
hepbirağızdansusmasak ne iyiydi
şimdi kaybolmuş bir tren gibi
kışa bıraktığım kül harfler

ve sen elbet ve yinede

anacaksın bir apandis gecesinde beni
bütün uykularım, sen de unuttuğum
ülser reçetelerinde asılı kalacak
siyaha bulanmış ebrular geçecek rüyalarından
uzunca bir turgut şiirinin son mısraına geleceğim
bir sır vereceğim hem sana hem bana
uzun ölümler ve memurlar üstüne
sonrası Allah kerim.
Allah hep kerim.


8 Temmuz 2012 Pazar

Limonlu dondurma



-Uzakta çok uzakta binlerce fersah uzaklıkta, pervaneli bir uçaktan boşluğa bıraktı kendini bir adam. Bu sefer paraşütünü açmak hiç içinden gelmiyordu. Hızlandıkça kaybolan sesler gibi kayboluyordu kalbinin içinde bir şeyler. Yüzüne vuran rüzgarı artık hissetmiyordu. Yere düşmüyordu. Buna emindi. Yer onun üstüne düşüyordu. Emindi.-



Beyaz ufak mermer bir masanın üstünde, ucunda kırmızı desenleri olan küçük bir peçetenin hemen yanında duruyordu elleri. Beyaz. Elleri de. Limonatanın içindeki buzlar iyice erimişti. Susuyordu. Ben de. Susuyordum. O an beraber yaptığımız tek şey korkmaktı. Korkuyorduk. Deli gibi, yalnızlıktan.


Peçetinin yanında duran ellerini yüzüne götürdü. Bir şeyleri gizlemek istiyordu kalabalıktan. İnsanlardan gizlemek için yapılan kadim bir gelenekti bu yüz kapama alışkanlığı. Yüzümüzü kapatınca her şey içimize akacaktı sanki. Utançlarımız, gözyaşlarımız, aşklarımız, sapkınlıklarımız...hepsi saklı kalacaktı sanki tenimizin ardında. En azından öyle olmasını ümit ediyorduk biz insanlar. Biz insanlar hep ümit ediyorduk.

Yüzünü kapattı elleriyle. Çenesi kapatamadı ama ve ben çenesinden anlayabiliyordum ağladığını. Tuhaftı, bir insanın çenesi, kırış kırış oluyordu, kıvrımların arasından hüzne dair bir şeyler geçiyordu, görünmez ve efsunlu. Çenesine büyülenmişcesine bakıyordum. Ağlıyordu. Emindim. Canım fena halde sigara içmek istiyordu. Yorgundum. Çantamda bir avuç kaju vardı. Hepsini bir anda ağzıma atmak geldi içimden. Çantaya baktım çok uzaktaydı. Ölüm kadar uzaktaydı. Sen, ölüm kadar uzaktaydın. Beyaz, küçük, mermer masanın üstüne düştü erimeyen son buz parçası. Parmağımla ezdim onu. Gözlerimi kaldıramıyordum yerden. Oysa bir kaç metre ötemde masmavi bir deniz uzanıyordu. Sesini duyuyordum martıların. Baygın bir yosun kokusu kıvrılmış uyukluyordu küçük,beyaz,mermer masanın üstünde. Biliyordum. Ama başımı kaldıramıyordum. Sanki kaldırırsam bütün bu an'ın efsunu yitecekti. Sakladığım ne kadar gerçek varsa, sigara dumanlarını siyaha bürüyerek özgür kalan küçük canavarlar gibi dökülecekti ortalığa, başımı kaldırırsam.

İnce bir hıçkırık sesiyle irkildim. Yüzünden indirmişti ellerini. Ucunda kırmızı desenleri olan küçük peçeteye sildi yanaklarını. Güneş gözlüğünü çıkarttı. Bütün veranda bembeyazdı. Güneş dolmuştu ahşap panjurlara. Ardına kadar açılmış pencerelerden bembeyaz bir fısıltı gibi doluyordu yaseminlerin rayihası saçlarımıza. Bana baktı. Kıpkırmızıydı gözleri. Susuyordu. Ben de. Susuyordum.

Üzerindeki, eski, sarı tişörtüyle yanımda beliriverdi garson çocuk. Ön dişlerinden biri yeni düşmüştü. Gülümsüyordu. Kocaman bir karanlık vardı dişinin yerinde ve gülümseyebiliyordu. 'Bişi ister misiniz abi' dedi. Her şeye rağmen gülümsedim ona. Dakikalarca. Öyle gülümsedim. Yitirilmiş bir ömür gibi, gülümsedim. 'Dondurma vereyim mi abi' dedi, tekrardan. 'Ver' dedim gülümseyerek. 'Limonlu olsun benimkisi' Yavaşca döndüm sonra, 'Sen de ister misin' dedim. Artık ağlamıyordu. Çenesinde kırış kırış bir hüzün yoktu. Ucunda kırmızı desenleri olan küçük peçete de elinde değildi. Ağlamıyordu artık. Gülümsedim, usulca ölen bir güvercin gibi. 'Benimki karamelli olsun' dedi, hava zerreciklerini incitmekten korkarcasına. Küçük, garson çocuk koşarak gitti mutfağa doğru. Beyaz sandaletleri ilişti gözüme, ardısıra. Gülümsedim, çocuk gibi. Hafifçe öne eğildim, 'Biliyor musun aynı benim de böyle sandaletlerim vardı çocukken' dedim. Gülümsedi. Günler sonra ilk defa gülümsedi. Güneşin altında uyuklayan beyaz,mermer masada. İçimden kuşlar kanatlandı rüzgarla beraber. Gülümsemişti. 'Olsun' dedim, 'OIsun, bak geçti bile, artık daha iyiyim' dedim. Cümlemin bitimine bir soluk kalmıştı ki o sıcak, yakıcı, zehir gibi tad doluştu ağzıma yeniden. Başım dönüyordu. Göğüs kafesimin içinde cenkler vardı duyuyordum. Ona baktım. Gülümsemesi usulca dağılıyordu. Usulca eriyordu dünya. Usulca kayboluyordu zamanlar, durduk yere intihara kalkışıyordu yaseminler. Gülümsemesi dağılıyordu. Nefesim daralmaya başlıyordu, hissediyordum. Nefesimi kaybediyordum. Sandalyemin ahşap tutacağını kavradım avucumla. Sımsıkı. Şimdi bunu istemiyordum. Şimdi olmaz diyordum. Gittikçe yükseliyordu göğsümde bir şey. Dağılıyordum. Daha da sıktım avucumu. Daha da dudaklarımı..Gözlerimi kapattım. Küçük çocuk geldi. Duyuyordum. Tutamadım soluğumu daha fazla. Öksürmeye başladım yeniden. Kıpkırmızı.