31 Ekim 2012 Çarşamba

tedavülden kalkınca yağmur ya da sonrası


Haberin yok, babam araba aldı
Şen çocuklar gibi sevindik, içimizden
Az yaksın diye tüp taktırdık
Devir tasarruf devri
Haberin yok, Florya sahiline minibüsle gidiyorum artık
İstiridyesi az bu sene kumsalın
Belki rüzgarları beklemeli

Zamanlar geçiyor
Yaşlandık galibalı cümlelerimiz çoğaldı
Tedavülden kaldırıldı mı kırmızı rus bisikletleri
Bir bulabilsem dönüvereceğim çocukluğuma
Bütün yaralarımı temize çekeceğim
Bir tren beklemeyeli yüz yıl geçti
Artık düzenli olarak mide hapları yutuyorum
Akşamlar birden geliyor
Beşiktaş-Üsküdar motorları ikircikleniyor
Eve gitmemek adına bahaneler buluyorum şiir kitaplarından
Maaşımla ay sonu bir türlü uyuşmuyor

Haberin yok, hiçbir şey bildiğin gibi değil artık
Aylık Akbil’e zam yapacaklarmış yine
Yağmur vakitlerde Ada’ya gidebilmenin ümidini taşıdığım göğsüm
Şimdi solgun ve hastalıklı ve maişet derdine düşmüş bir çocuğunkinden farksız
Rumeli Feneri’nin yolunu unutalı otuz yedi cumartesi geçti
Başımı kendi ellerimle denize çekip
Çekip fesleğenakşamüzerlerinin rayihasını göklerden

Elbet değildi düş, böyle
Ölümler eşit kıldığı saatlerde bizi
Kuzey ormanlarının soğuk, umutlarımızı tazeleyen nefesi
Diri tutuyordu sükutumuzu
Sonra bir şeyler oldu
Muhtevasında adım geçmeyen
Nehrin gürültüsü dindi
Çember tamamlandı
Sonrası,
Malumun.



ikibinonikiekim-florya





23 Ekim 2012 Salı

Zatürre ve Mevzuat


mevzuat değişti dediler
haberleri vermediler bu gece
özetlerle değiştirmişler yıldızları
üç kez üst üste kanuna inan dediler
üç kez üst üste bisikletten düştüm
bir poşet dolusu pirinç saçıldı asfalta
olacaklara boyun eğmemeyi planlamıştık
çocukların da ölebileceğinden habersiz
kuşlar zatürreye yakalandı
mevzuat değişti dediler
ışıkları kapatın






13 Ekim 2012 Cumartesi

Kalbim acıyor lan! diye bağırmadı. -diye bağırmalardan yorgundu. -diye sonlu cümlelerden.
Bir yolu vardı, dedi. Olmalıydı bir şey. Şey işte o şey her neyse işte o.
O, kalbin üstünde silik bir bulut gibi duran tedirgin boşluk mutlak bir yağmurla değiştirebilirdi adını.
Pek ala yol olmalıydı ora'ya çıkan. Bildiğimizden ötede bir yerde.
-diye bağırmadı. Belki de bağıramadı. Bağırmak büsbütün bir çözüm sunsaydı rıhtımda beklerdi elbet.
Elbet bir mezarlık bu kadar gürültülü gelmezdi o zaman.
O zaman bütün çaylar taze olurdu köşedeki çay ocağında
ve elbet bir kaç güvercin intiharından sonra vazgeçebilirlerdi uzak kentlere giden gemilere izin vermekten.

Ve olmadı gün battıktan sonra da bir şey.
Tahta bavullar tedavülden kaldırıldı alelacele
bir kaç işçi daha toprak altında veda etti kente
bir kaç ambulans daha huzursuzlandı
bir kaç polis daha şerit çekti sigara izmaritlerinin üzerine.


Sana anlatabilecek hikayelerim buncacık işte.
Ama bahsetmeyeceğim ellerimi taze toprağa gömdüğümde duyduğum şarkılardan, fecre yakın havalanan sığırcıklardan, erik ağacının çiçek açtığı sabahlarda göğsüme doluşan çocukluğumdan
çocuklardan. Onlara bakarken içimdeki kuyulardan nasıl su çekildiğinden, nasıl göğün orta yerinden ayrıldığından, 'gün batımında trene veda' cümlesinin dünyanın en hüzünlü kadınlarını neden çağrıştırdığından. Bahsetmeyeceğim.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Deniz

O beni tanımazdan evveldi, bir kaç satırlık tanımıştım onu. 'Bel kemiğine tehdit' bir taburede ölüme dair bir şeyler fısıldayan mide ağrılarıma aldırmadan çok demli çaylar içip sigara üstüne sigara yakarken tanımıştım onu. Yüzünü bilmiyordum. Yüzünü yüzümden aydınlık düşlüyordum. Düşmüştüm, dizlerim acıyordu. Ağır kanamalıydım, kimseyi çağırmıyordum. Karanlık, çok rutubetli, tahta kapılı boyasız odaya kilitlemiş kendimi duvardaki resme bakıyordum. Duvardan savaşlar, şiirler, cinler, şehirler ve el izleri akıyordu. Duvardan ilkgençliğim akıyordu. Aksini kaybetmiş tüm ölümlüler gibi yalnızca önüme bakarak yadsıyarak yaralarımı tütünler sarıyordum şiir kitaplarının arasına. Fal tutuyordum sıradaki ölümlere. Adımı unutmuştum. Adımı anan kim varsa unutturmuştum, bodrumda unutulmuş araba lastiklerinden farksızdım. Yalnızdım. O bilmez. Ben onun adını çok evvelden bilmiştim. Yüzüm hiç aydınlık değildi. Gözlerimi takas etmiştim bir kaç paket sigaraya. Sokak adlarını ezberliyor, ilk düşen yağmur damlasının peşisıra aksimi arıyor ve kaldırımlardan yürümüyordum.

Kitaplarım vardı bir de bir kaç yıllık kadife ceketim, adını ilk duyduğumda. Dedim ya yüzünü görmemiştim. İçimde hafakanlar birikmiş ve şöyle bağır çağır ana avrat sövememiştim uluortayalnızlığa. Ama adı, iyi gelmişti yaralarıma.

Sonra yürüyüp gittim. Bir vapurdan inip gider gibi. Dönmeyecekmiş gibi bir daha. Ardından bakan yokmuş gibi. Yoktu da gerçi. Olsaydı bilirdim. Olsaydı adım çağırırdı, duyardım, duyardık gökle beraber duyardık toprakla beraber, bir deniz olurdu uçsuz, vurmazlardı bir geyiği kalbinden, bilirdim. Yürüyüp gitmekle mükelleftim. Gelmekle yükümlüler de vardı. Unutmadım, gelmediler. Beklemedim desem şimdi çatlar bir nar orta yerinden.

Bu sabah biri geldi yanıma, elini uzattı, gülümsüyordu, tanıyamadım, ayıp olurdu tanımazlıktan gelmek. Sonra biri seslendi ona, 'Deniz' dedi, 'Buradayız', sesim konuştu içimden 'Deniz' dedim, 'Bak buradayım, sen bilmezsin.'