27 Temmuz 2020 Pazartesi

Haymatlos

Herhangi bir nedenle uyrukluğunu yitirmiş, hiçbir devletin yurttaşı olmayan, yurdu olmayan, yurtsuz, vatansız, köksüz, bağsız, girdiği hiçbir evin sahiden ‘ev’ olmadığı, bindiği hiçbir trenin ya da uçağın ya da şilebin ‘ev’e götürmediği, tüm hatıraları, yaşamına dair ne ve kim varsa bir devlet ya da güç odağı tarafından iğdiş edilmiş, dünyanın olağan zamanından çıkarılmış, uzlete ve yorgunluğa itilmiş, çoğu vaktini susmakla ve susmanın yeni ve özgün hallerini keşfetmekle geçiren, uyuduğu kısa vakitlerde hep aynı kâbusu gören, hep aynı telaşla uyanan, gençlik düşlerini bir nehrin ya da denizin ya da uzak dağların arkasında bırakmış, bıraktırılmış, donuk bir zamansızlığın içine hapsedilmiş kişi, kimse.

17 Kasım 2018 Cumartesi

Hacopulo ve Papyon

"yağmur gibi fransızca konuşacaktık
bulut gibi türkçe ağlayacaktık
biz, iki çocuk kalacaktık, büyürsek
dokunur diye gözlerimiz o güle
konuşmadık
ağlamadık
dokunmadık
biz, iki çocuk...
kalmadık!

keşke burada olsaydın 
keşke burada olsaydım"


"Seni tanıdığım vakit Beyoğlu'nda buz kesiyordu lanet bir yağmur ve Hacopulo'nun bel kemiğine tehdit sandalyelerinde tuhaf şeylerden bahsediyorduk"

Sana yıllar evvel yazdığım bir mektuba böyle başlamıştım. Hikayenin geri kalanına dair kolayca ahkam kesebilecek toyluktaydım o vakitler. Hatırlarsın. Sarhoş gençliğin delişmen kahkahalarını karda mahsur kaldığımız evin arka bahçesinde keşfetmiştik. Sonra sen, uzun bir yola çıkacaktın. İstanbul, boğucu yaz akşamlarına hazırlanıyordu. Sokaklardan geçip kıyılara iniyorduk. Seninle ben, kentin bütün kıyılarına inmekle meşhurduk kendi kısa tarihimizde. Sonra sen, uzun bir yoldan dönecektin, dağınık yalnızlıklardan ve rock'n'roll tövbelerden dönecektin, dönecektik beraberce bir yoldan, bir hastanenin acil servisinde mütemadiyen sigara içecektik. Sonra, yani tüm bu seferlerden ve kıyılardan, cenaze merasimlerinden ve Cihangir merdivenlerinden sonra, yatağını bulmuş bir nehir gibi huzurla başımızı yastığa koyabiliriz artık diyecektik.

Bir Mayıs günüydü. Erik ağaçlarının altından yürümüştük yanyana. Hatırlarsın. Yan yana bir fotoğrafta gülmüştük bile. O gün, uzun seferlerden, gitmeklerden, hiç bahis açmamıştık. Varolmuştuk o bahar zamanı, bir an, yanaklarımızı şişiren yeşil ekşi eriklere aldırmadan gülmüştük.

Karaköy İskelesi'nde mi sarılmıştık en son birbirimize? Hatırlarsın. Senin üzerinde deri ceketin vardı. Biraz önce en berbat çocukluk anılarımız saçılmıştı masaya ve kadınlarımızla biz, katıla katıla gülmüştük tüm bu olanlara. Var olmak böyle bir şey olsa gerek diye düşünmüştük. O akşamın üzerinden kaç gün ve kaç gece geçti, bilmiyorum. Bıraktım artık saymayı.

Ben her nerede değilsem orada mutlu olabilecekmişim gibi gelir, diyordu Baudelaire. Senin ilkgençlik odanda okumuştuk bu satırları. Masanın üzerinde Darth Vader masken duruyordu. Yaşamın bana, yoldan ve gitmekten mülhem yazılmış bir tuhaf romandan armağan edildiğini bilmiyordum henüz. Bunu bilmiyorduk o vakitler ikimiz de. Dedim ya, fayrap kavgalardan yara almadan çıkabilecek kadar gençtik, şiirlere ve kiraz çiçeklerine inanıyorduk.

Sahi, hatırlıyor musun?

Hatırlamasan da olur. İncinmem hiç. Sahiden. Gitmeklerden yapılma benim hükmüm. Yol, unutulmaktan mülhem.

Sabaha karşı çalmasaydı sirenler, duvarla insanlar arasındaki boşluktaki o müphem yola düşmek kimin düşü olabilirdi ki! Şimdi, duvarın hangi tarafındayım, bilmiyorum. Fakat bu gece, duvarın olmadığım tarafında var olabilmek için, rica ettim, tüm bu yaşadığımızı sandığım şeylerin kederden bir rüya olması için. Ricam kabul edilmedi. Seninle yan yana gülebilmeyi isterdim yeniden bir fotoğrafta. Takım elbiseli ve hatta papyonlu o halinle ölesiyle dalga geçip seni öfkelendirmeyi. Sonra sarılabilmeyi yeniden. Yıllar evvel Hacopulo'da evham ve efkarın içinde kaybolmuş telaşlı suskunluklarını hatırlatmak ve işte hepsi geçti, şen olasın bundan sonra diyebilmek isterdim. Olmadı. Üzgünüm.

Başka bir gökyüzünün altındayım. Kar yağıyor.
Bu kez, yalnız başıma yürüyorum kayın ağaçlarının altında.
Seni ve Hacopulo'yu çok özlüyorum.




1 Ocak 2018 Pazartesi

Mektup, tufan ve hitam





"ve bir intihar üstüne söylenti
bütün kıyıları dolaştı durdu"


Yüzünde büsbütün kayıtsız bir ifadeyle karşımda oturuyor, terleyen avcumda tuttuğum soğuk Smith Wesson'ı ne zaman ateşleyeceğimi bekliyordu. İntiharımı izlemek için mi gelmişti onca yolu? Bilmiyorum.

'Ben beceremeyeceğim sanırım bu intiharı' dedim. Ayaklandım. Fakat o senaryonun akışını bozduğumdan rahatsız olsa gerek, elimden aldığı silahı sol şakağıma dayadı ve aceleyle bir el ateş etti. Canım çok yandı. Buna eminim. Son anlarımı aptal bir alıklıkla geçirmemek için hızla konuşmaya başladım, ne söyleyebilir ki insan böyle zamanlarda. Aklıma gelen ilk cümle "Ölmemeliydim bu kadar erken, içimde bir yaşamak arzusu, diri ve tazeydi hala, hem seni de sahiden sevmiştim" diyebildim. Elimi şakağıma götürdüm. Barutun kesif kokusu midemi bulandırdı. Biraz sonra çıkıp gelecek ölümü denize dökülen bir nehir gibi, merak ediyordum.

Ciğerlerim günlerdir oksijenden mahrum kalmış gibi uyandım gecenin ortasına. Yeni yıl kronik kabus nöbetlerimle başladı. Bir müddet karanlığa kayıtsız baktım. Aklıma birkaç gün evvel kazadan kıl payı kurtulduğum akşam geldi. Araba buzun üstünde kontrolden çıkmış bir balet gibi dönerken, bütün ışıklar bütün renkler bütün kar taneleri birbirinde kaybolurken, o kaosun orta yerinde olanca sakinliği ile duran zihnimden geçenleri düşündüm.

"Mutsuzluk Anna" diye bir şiir yazmıştı adam. "Gittiğim hiçbir şehirde artık seni görmüyorum." diye bitiyordu ve bu bitiş bana çok muğlak çok yavan geliyordu. Fakat biten bir şiire yeni bir mısra üleştirmeye çalışmanın ne kadar meşakkatli bir uğraş olduğunu siz de pek âlâ bilirsiniz!

Sonra telafi olsun diye şu mısraları sıraladı

"Bence her insan babasının evinde bir kere başarısız intihar girişiminde bulunmalı
Naftalin kokan bir sandığın içinde mesela / çocukluk fotoğrafını bulduğunda
...
Sadece ben değil / her insan babasının evinde bir kere intihar girişiminde bulunmalı
Başarısız olması şerhini düşmeyi unutmadan."


Aslında yazı masasına oturduğumda ne kâbuslarımdan ne bu şiirden ne de intihardan bahsedecektim size. Nereden açıldı konu bilmiyorum. Sanırım kül tablasıyla verdiğim kavga beni buralara sürükledi.

Aslında adettendir her yıl dönümünde geriye dönüp kaç arpa boyu yol aldığını hesap etmek. Benim de niyetim buydu. Fakat 2017, yani yaşamımın en karanlık yılı, yani ölümü bunca arzuladığım yıldan bahis açmak öyle kolay olmuyor. Kopan düğmemi dikmeye çalışırken ettiğim küfürlerin yankısı hala asılı duruyor dolabımda. Düğmemi de dikemedim zaten.

Evet kelimin sözlük karşılığı 'Kayıp' olarak geçsin kayıtlara. 2017 dediklerinde, yalnız bu yazılsın tarih kitaplarına düşülmeyecek şerhlerde.

"Beynim üç gün aynı tencerede beklemiş gibi sanki bir spagetti" diye bir mısra karalamıştı. "Bu olmamış avukat" demiştim, bu tabir şiire yakışmamış bunu düzeltmelisin. Kırılmış mıydı bana şiirine karşı böyle acımasız olduğum için? Bilmiyorum. Ama kırılmamış olsaydı eğer, mektuplarında bundan bahsederdi. Hiç bahsetmedi.

Mektuplar, evet. Yığın yığın biriken, okuyanı kalmamış, yalnız yazanı bağlayan ve kapalı zarf bir ihalenin tedirginliği ile postaya verilen mektuplar. Size bunlardan bahsedebilirim!

Onlarca mektup biriktirdim. Telaşlı zamanlarda bir vesile ölümden bahsetmek istemeden karaladığım, ilkokul defterlerine kenar süsü niyetine umuda ve yaşama dair kelimelerle sayfayı bitirmeye azmettiğim, mektuplar. Fakat neden bilmiyorum bir sabah uyandım ve artık mektup yazmayacağım dedim. Hayır mektupların iade edilmesine filan içerlememiştim. Başka bir şeydi bütün bunların sebebi. Dedim ya sene 2017'diydi ve o yıl hep başka sebeplerden başka sonuçlar doğdu. Sonuçlar, varlığımın üzerinden tank paletleriyle geçti. Nihayetinde, her şeyden bir armağan elbet düşermiş ya insanın payına, bana da sükut düştü. Sustum. Nasıl dinerse ormanların çağıltısı birdenbire öyle sustum. 'Eski zamanlara nazaran daha suskunsun' dedi ziyaretime gelen bir adam. 'Eskiden ne güzel kahkaha atardın, böyle değildi Yeşilköy akşamlarımız' diye ekledi. Ona da mektup yazmıştım. Ona, çok yazmıştım, henüz suskunluk çağıma girmeden evvel. Hakkını vermeliyim çoğunu cevapsız bırakmamıştı mektuplarımın. Hatta tütünden ve yalnızlıktan bahsettiğim satırlarda o da benimle bir sigara yaktığını söylemişti bütün geçmişliğimizin üzerine.

'Turuncuyduk, çocuk ve balık kadar' diye yineledim içimden, bir duayı anımsar gibi.

Yıl değişimine günlüğümdeki bir rakamın yerini yenisinin almasından daha fazla manalar yüklemek isterdim. Mektuplarımda bu bahislerden hiç mevzu açmadım. Zaten öyle şeyler yazılmaz mektuplara. Yaşayacağız, denir, güleceğiz güneşli avlularda, kente geri döndüğümüz vakit mutlaka, denir. Denir ha babam onca kelime yığıp üst üste yaşamak denir, yeni ve arınmış bir yaşamın tahlilleri, tahayyülleri irdelenir en ince ayrıntısına kadar. Mektuptur nihayetinde, nihayete ermeyen için muhatabına  nâmütenâhi hislerle dokunmak şevkindedir.

Fakat mektup yazmadıklarım da oldu elbet 2017 günleri ve geceleri boyunca.

M'ye hiç mektup yazmadım. İade pulunu onun zarfının üzerinde görmek istemedim. Çünkü onunla biz, gençlik zamanlarının en delişmen vakitlerini beraberce not düşmüştük şahsi külliyatımıza. Onunla biz, geceleri Kuzguncuk'a inmekle ilintilemiştik her şeyi. Gece yarısını geçince, siyah bir arabayla gelirdi kapıma, uzun bir yola çıkacağımızı bilirdim o vakit. Nereye gideceğimizi bilmeden, yalnız yolda olma şevkiyle, giderdik, saatler, geceler boyu, yol elbet varır bir yere, sen tütünü tazele sâki, derdi, sonra kahkahası, çocukluk zamanlarımızdaki gibi yankılanırdı kesik beyaz çizgilerin hızla kaybolduğu yollarda. Dedim ya, yol hep Kuzguncuk'a çıkardı. Bir sabahçı kahvesinde telaşlarımızı, kırgınlıklarımızı, kocaman cümlelerle devlet meselelerini, sessiz mısralarla aşklarımızı konuşurduk. Bîteviye konuşurduk. Onu tanısaydınız dedelerinden birinin mutlak sûrette bir meddah olduğuna inanırdırdınız. Anlatacak milyonlarca sayfa öyküsü vardı. Henüz 2017 geçmemişti üzerimizden henüz böyle tufan vurmamıştı portakal bahçelerini. Eşyaları üst üste yığılmış bir evde bir başıma kalmıştım. Gece yarısı çıkıp gelmişti. 'Evlilik görmüş adam böyle bir evde uyumamalı' diyerek tutup kolumdan götürmüştü beni. Günler ve geceler boyu misafir etmişti beyaz kitaplığı olan küçük evinde. Kitaplıktan 'İstanbul' adlı bir kitabı çekip, bu senin için demişti. Sevinmiştim. Hem de ne sevinmek. Tufan vurmasaydı eğer, piyano aldığı gün de yanında olacaktım, söz vermiştim. Çok sonra duydum, almış nihayet, bana kendi bestesini çalacaktı, nasip olmadı, dedim ya yıl 2017'ydi ve tufan çok olağan bir cümleydi. Oysa Alsancak İskelesi'nde günbatımlı bir bahar zamanı kurduğumuz düşlerde böylesi bir son hiç aklımıza gelmemişti. O düşlere güvenip de arayıp durmuştum tufan sabahı onu, arayıp durmuştum da bulamamıştım ne bir seda ne de bir vefa.

"anneanne, müzmin
başağrılarım artıyor
işte yaşamak bu deyip dostlar
müttefiklere gülümsediğinde"

Anneannem 2017'den çok evvel kurtuldu bu dünyadan. İyi ki görmedi 17'yi. Ah benim çocuk kalpli anneannem, ardınsıra odalarda dolaşan tespihin dayanamaz, dağılırdı görseydi bu tufanı, iyi ki görmedi. Hem sen anneanne, çok ağlardın bakıp bakıp bayat un kurabiyesi gibi dağılan ömrümüze. Bize, gittiğin o yerden, dua et olur mu? Hem sözüm var sana,  yeni örgü ipleri, süslü tığlar ve beyaz yazmalar getireceğim gelirken, unutmadım elbet.

2017, kayıp düşler atlasım.

Bir insana kötülük yapmak için on binlerce yol keşfetti takım elbiseli adamlar. Ama kesin olarak emin olduğum bir şey var artık, bu yollar arasında, en can alıcı olanı, düşsüz bırakmak. Evet evet tam olarak ondan bahsediyorum. Üçüncü sınıf arabesk bir şarkıda geçen mutlak gerçek, eğer birine ölümden daha büyük bir ceza vermek istiyorsan onu düşsüz bırak!


Bu bittecrübe sabit.

Nazım, mahpusluk zamanlarında, yani ölmeden önce sürgünde, karısına yazdığı şiirinde öyle diyordu

"bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı / hürriyet denen ifrit / Bu bittecrübe sabit, karıcığım / bittecrübe sabit..."


Bazı mektuplarım içinse pişmanlığım yok değil. Keşke diyorum, şimdi dönüp bakınca, keşke iade puluyla kapımda bulsaydım tüm o kelime yığınlarını, keşke o yağmurlu İstanbul gecesinde, tüm kapılar yüzüme kapanmışken, sığınacak bir yer ararken, tedirgin ve telaşlı sesimle telefon kulübelerinde ulaşılabilecek bir telefon ararken, bana kapını hiç açmasaydın be adam.

O gece kapısını, müşfik bir gülümsemeyle açmıştı Derviş.

Aç mısın diye sormuştu hemen. Bahçenizdeki kediler ne kadar güzel demiştim. Sonbaharın kırgın güzelliği büsbütün odaya dolmuştu. Sabahattin Ali'den bir öykü okumuştum çalışma odasına uzanıp. Sabahattin Ali'nin Aliye'sine mahpustan yazdığı mektupları düşünmüştüm. Yemek hazır olunca buyur etmişti. Ev yapımı hoşaflar, sebze yemekleri, tatlılar sofraya inip kalkmıştı. Son huzurlu gecemdi. Minnettardım hepsi için. Sabah gün doğmadan evvel, son kez kokusunu içime çekmiştim yağmurun. Mutfak masasında mükellef bir kahvaltının ardından hızlı hızlı bir mektup karalamış, müteşekkir ve ümitten cümlelerle biten mektubu gizlice iliştirmiştim cebine. Sürgün yollarında onu düşündükçe gülümsemiştim. Mektup yazmaya da devam etmiştim elbet. Onu tanısanız siz de müteşekkir olurdunuz.

Ama Adem'in payından düşmüş insanoğlunun bahtına ya, nereden bilecektim, bu kadar benzeştiğini kaderimin, Adem'in oğullarıyla. Efsunlu çingene kadınlarının yüzyıllardır bilip de söylemediği zehrin sırrına vâkıfmış meğer Derviş. Bir sürgün gecesinde, o kapıyı açtığında karşımda duran müşfik tebessümüyle durup öte kıyıda, en nazenin yerimden, elleri hiç titremeden hem de, zehirle bilenmiş sedef çakısıyla açtı, iflah olmaz yaramı. Sürgün yerinde tabip ne arasın, yaşlı bir dağ çobanına gösterdim yaramı 'İyi ölmemişsin, ben bu yarayı bilirim, niceleri telef oldu bu zehirden, hem Habil'i de öldüren bu yaraydı' dedi. Eğildi yarama, kekik ve çörek otuyla hazır ettiği bir merhemi sürdü, 'Bütün bütün iyileşmesini beklemeyesin evladım, ömrünce kalacaktır izi, ne vakit şen bir kahkaka atsan, sızlayacaktır ama bir vakit sonra öğrenirsin elbet sen de bu yarayla yaşamayı, ölmemişsin, direnmişsin ya, öğrenirsin elbet" diye teselli etti. Meryem'in kollarında teselli arayan bir havarinin hikayesini de azık diye çantama koydu. Şimdi ne vakit sızlasa yaram, ne vakit uykularımdan pürtelaş uyandırsa ağrısı, o azıkla deva bulmaya çalışırım. Sen bunu hiç bilmezsin Derviş. Oysa bilseydin keşke,  kim bulabilmiş ki ihanetten, ferah bir gökyüzü, sen de bulasın Derviş..


Yıl 2017'ydi ve 'Ölürsem eğer başımu huzurdan müteşekkil bir uykuya yaslamadan, kırgın öleceğim bu dünyaya' diyordum. Dünyanın çok da umrundaymış gibi.


Mektupları lacivert bir kutunun içine koyup çatıya kaldırdım. Bir daha onları kim bulur kim okur bilmem. Didem Madak "Sana bu son mektubu /Artık senden mektup beklemediğimi söylemek için/yazıyorum Pollyanna/son şiirini yazmaya cesaret edememiş bir şair olarak"  demişti ölümüne yakın yazdığı bir şiirinde. Ben de cesaret alarak bu mısralardan "Artık yazmayacağım" dedim.

Sustum.

Madak'ın içinde kaybolduğu pardösüsünü çekip üstüme, sustum.


Fakat suskunluk çağımda hüküm sürerken yalnız varlığım, incir ağacının altında unutulmuş bir parşömene rast geldim. Benden evvel bu ağacın altında gölgelenmiş hatta huzurlu bir ikindi uykusu bile çekmiş bir adamın el yazısıyla şunlar yazıyordu

"Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi ? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." 

Birkaç kez art arda okudum. Soluklandım. Bir daha okudum. Sökün etti yaraların kabuğu, kanama başladı yeniden. İptidai bir tâbi gibi, yeniden, başladım yazmaya. Fakat müthiş bir endişeyle çekiliyor ellerim kalemden. 'Yaraların daha iyi olmamışken bu telaş sana iyi gelmeyecek' diyor içimden konuşup durduğum ve mütemadiyen sorularıma karşılık veren o yaşlı tabip. Ancak heveskar ve fayrap, kirli sakallı, dinç ve delişmen yaşamaklığın savaş meydanlarına tasasız bir başına çıkan adam, inatla ve ısrarla sürüyor ellerimi kelâma yeniden. Bunca yara aldın, artık seni haylamaz ne tufan ne de başkası, bak yılkı atları ufukta mora çalıyor, koş yetiş peşisıra diyor.

Yazmak sökün ediyor kolayca kaldırılan yaralarımdan, gözlerim, yılkı atlarının izini izliyor. Çünkü diyorum yeni bir gök yeniden, mavi ve ferah bir orman gibi yeniden, ihtimal dahilindeyse, varsın iflahım yettiğince koşayım, nasılsa artık daha fazla yer kalmadı göğsümde, yara alacak, hem nasılsa, yaşamak kısa.

Çünkü ömrümün en neftî yılı olarak kayıtlara geçen 2017, tamama ermek üzereyken, bir ses, bir davet, ufukta seraba benzer bir parıltı, çıktı geldi, hiç bilmediğim bir lisanla. Şimdi bu lisanı anlamak şevki, yaşamak gibi, anlam bulma şevki, yürüyor, ruhumun en karanlık yanlarına dahi ulaşarak, ilerliyor.

Eğer yeniden ölümle paslanmış bulacaksam sesimi eğer böyle hitâma erecekse bu şiir, diyorum, varsın böylesi olsun nihayetin. 





17 Aralık 2017 Pazar

On bir yıl evveliydi. Çocuktuk, bıyıklarım yenice terlemeye başlamıştı, onun gözlerinde delişmen bir yaşamak şevki vardı, biraz utangaç bakışları, uzaktan uzağa. Kalbim dediğim kırlangıç sürüsü, birdenbire havalanıyordu, onun gözleriyle denk düşünce gözlerim.

Kar altında koşuyordum sokaklar boyu nefesim tükenene dek, kahkahalar atıyordum, şarkılar söylüyordum.

Bütün bir kış kar yağmıştı çocukluğumuzun üzerine, o öyle uzaktan bakmaya devam etmişti çocuk gözlerime. Bense, onun misafir olduğu düşlerle uykumun kaçtığı gecelerde, arka bahçeye inip sigaraya başlamıştım, ilkgençliğime adım atar gibi.

Karlar çekilip bahar yürüyünce toprağa, suskunluğumuz da yatağını bulmuş bir nehir gibi çözülüverdi. Bütün kuşları havalandı şehrin o vakit.

Karadeniz gibiydi o, bir yanında uçurumlara uzanan kayalıklar vardı diğer yanı nar çiçeği gibi nazenindi.

Bir cuma günü okulu kırıp ovayı tepeden gören parka koşmuştuk. Gün batımı, çocuk kalbimizi okşuyordu. Omzuma yaslanıp susmuştu uzunca vakit.

Memurdu babam ve şehirden ayrılacaktım yazla beraber.

Susmuştuk bir müddet daha, bahara yüzünü dönmüş ovaya doğru.

Neden sonra, sessizce bir şarkı fısıldamaya başlamıştı.
Öyle baştan ayağa hüzne boyanmış sesiyle




Sonra yaz geldi. Sonra üstü üste yığılan bavullar. Sonra bitmek bilmez yollar. Sonra mevsimler peşi sıra..

Uzun uzun özlemler biriktirdik şehirler arası otobüs yolculuklarında ve bir sabah nihayet beraber uyandık parlak, masmavi bir gökyüzünün altında, yüzümüz Akdeniz'e dönmüş, saçlarımıza narenciye kokusu sinmişti. Sevinmiştik turuncu bir balık görünce berrak suda. Sevinmiş ve yeniden çocuk olmuştuk.

Oysa şimdi o, dünyanın bir başka ucunda, ben bir başka ucunda.. Aramızda okyanuslar aramızda anlatılmamış öyküler aramızda uzun susmuşluklar var. Çocuk yüzüm yerini tufana bıraktı..
"Hepsi bittikten sonra...Şimdi her şey birbirine karışıyor birbirine benziyor birbirinde eriyor, ayrılık birçok ayrılığı birlikte getiriyor" demişti Selim İleri, onu da anlıyorum şimdi.

Bugün 18 Aralık 2017. Bir göz yumma anında dahi tahayyül etmediğim 'boşanma davası' dedikleri o soğuk,kirli gri kelime, benim de seyir defterime dahil oluyor.
Çinlilerin çok naif bir bedduası var, öfkelendiklerinde "Tuhaf zamanlarda yaşayasın" derler.

Tuhaf zamanlardayım işte Tanrım, oluyor olacak olan!

Yine de, dedim ya,

minnettarım tüm ferahfeza sabahlar için; hızla geçen bu kısa karşılaşmada, huzur dedikleri o tılsımlı beste neymiş, gülmek neymiş kalp dolusu, uyuyabilmek neymiş güvenden müteşekkil bir gök altında, çıplak ayak yürür gibi yağmurlu bir kumsalda, neymiş aşk bildim.

Teşekkür ederim, tüm bu yaşamak için.







 



16 Aralık 2017 Cumartesi

'Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca'

-Cenaze merasimine izin vermedi devlet. Gece yarısı sessiz sedasız gömdü birkaç kişi. Ne annesi öpebildi son kez alnından ne de kadını, sarılabildi, doyasıya, ki zaten sarılmazdı da, firari bir gecede çıkıp gelseydi dahi-





Gece yarısına doğru son trenin soluğuna atlar Sirkeci’ye varırdım. Ellerimde kitaplar ellerimde kahverengi bir defter, ellerimde çocukluğum. Çocukluğumu, gecenin üzerine sürüp, Beyoğlu’na çıkan yokuşlarda, yarı tedirgin bir sigara molası verir, ilkgençliğime cesur bir yüzle adım atabilmenin hayalini kurardım. Zamanın peşi sıra dökülen bir tablo gibi, yüzüme kırgın kalacağını hiç bilmezdim. Hem sonra Yeşilköy’ün ardışık sokaklarında bahara dönmüş göğe bakıp kahkaha bile atmıştım. Başım dönmüştü bu kahkahadan. Böylesini kim tahmin edebilirdi ki..

Hepsi o küçük hikayede kaldı. Hepsi bir nehir kıyısında, hepsi bir tufanın ardında..Unutulacak diyorum, sokaklarıyla benim olan şehir. Unutulsun. Ne çıkar.
Soyunup dökündüm, kalmadı hiçbir şey geçmişliğime dair!


Şimdi çok yorgunum, bir nehrin gürültüsünü dinlemiş gibi durmaksızın.

Yolun sonuna geldim ve o son dedikleri sınırı da geçtim.
Bu, tek ayak üstünde durduğum büyük boşluğun orta yerinde, artık hiç kimseyi beklemeyen bir hiçbir şey olarak, sanki tüm o ferahfeza sabahları ben yaşamamışım gibi, susuyorum.

Yine de
diyor ya şair

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca

Bu mısradır yüzümün izi, saçımın beyazı, hızla ilerleyen kamburluğum.

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca”

gümüş anahtarla telaşsevinç açtığım kapılardan gerisin geriye dönüp yalnızlığımı haylamayı, üşüyen ve biteviye tütün kokan ellerimi kendi ceplerimle saklamayı, sürgünde bir başka sürgüne , kadının emriyle bizzat, sürülmeyi, boşanma davasına itiraz dilekçesi yazmayı, adımlarımı yavaşlatmayı ve adını unutmayı..

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca”


15 Aralık 2017 Cuma

Verirken sormadın Tanrım, bahşettin, sevindirdin, şen bir bahar bahçesine çevirdin kalbimi, minnettarım, tüm ferahfeza sabahlar için. Eğer şimdi alacaksan da bu göğü, yine eyvallah, sen verdin sen aldın derim, derim ama daha iyi bilirsin, can yanması nedir, hüzün nedir..

Ben şiiri çok sevmiştim, sevdirmiştin ve demiştim Tanrım ben şiir oldum baştan ayağı sensin benim şairim. Ama şiir şairine bir başkaldırı değil midir? Şiir isyan eder şairine ve şair yine şefkatle okşar şiirin başını!

Evet isyana dökülen bir şiirim şairine karşı Tanrım rica ederim sar beni bu gece daha!..

Elbet şiir de şairindendir
Tanrım bu gece daha
Bir yaşamak daha..

Ben de çok özlüyorum Füsun'u




Nişantaş’tan Beşiktaş’a inen eski bir belediye otobüsünde okumuştum Didem Madak’ı ilk kez. Otobüs Maçka’ya varmadan dışarı atmıştım kendimi. Çünkü o, bir çırpıda söyleyivermişti kimseye göstermediğim yaralarımın saklandığı yerleri, bir çırpıda söküp atmıştı pansumanlarımı da başlamıştı kanama yeniden. İstanbul, karanlık bir kışın kucağına uzanmış, susuyordu, ben, Füsun’un karanlıktan korkan yüzünü görüyordum uzakta. Oysa o vakitler sarhoş bir Selim İleri’yle karşılaşabilmeyi umuyordum. Bir akşamdı, Karaköy’de görmüştüm hatta, kahverengi kadife ceketinin içinde hayli durgun, hayli yalnız, ağlıyordu. Ben de ağlamıştım o gün Maçka Parkı’nda. Kimse bilmiyor. Çünkü Didem Madak, anlaşılabilmenin hüzünbaz mısralarını sunuyordu bana ve ölmüştü. Kaçırılmış bir trenin ardında bıraktığı neyse oydum.


Ve şimdi, yüzlerce gün ve gecenin ardından elime ilk kez aldığım kendi dilimde yazılı-basılı eser, Didem Madak’ı anlatan onun yaralarını resmeden bir dergi. Okudum bir nefeste. Bitti. Allah kahretsin Madak’ı anlatan sayfalar birden bire bitti. Uzanıp kitaplığımdan bir Madak şiiri çekmeliyim, ellerimi uzatıyorum boşluğa, yıkılıp gidiyor gök, yıkılıp gidiyor.


Benim duvar boyu uzanan beyaz bir kitaplığım vardı. Babamla aynı marangoza yaptırmıştık. Şimdi nerede o kitaplık, bilmiyorum. Ah’lar ağacı’nın Grapon Kağıtları’yla birbirine yaslandığı kitaplarım, nerede, bilmiyorum. Bir daha onları elime alıp bulabilir miyim kaybolduğum sokakların izlerini, bilmiyorum. Ben bir daha bulabilir miyim kendimi, hiç bilmiyorum.


Biraz sonra ölecekmişim gibi bir telaşla yazmak istiyorum oysa. Binlercesine döküp yüzümü, döküp tüm taşlarını eteklerimin, bir ters yüz etme ayini gibi anlatma telaşına bırakmak istiyorum kendimi. Kaybolmuş olan kendimi bir daha bulabilmek ve bu sefer hiç kaybetmemek için sıkı sıkıya bileklerinden zincirlemek istiyorum, kendime. Bir kendim olmalıydı. Bunu hatırlayabilmek istiyorum. Yakınan ve ağıtlara ve kışa sığınan adamların ve kadınların bildiğini kimse bilmiyor, kimse bilmiyor geceleri sokaklarda neden durmaksızın, neden üşüyerek ve neden sigara üzerine sigara yakarak yürüdüğümü, hiç kimse bilmiyor.


Belki yazabilirsem bir intihar mektubu gibi aceleci ve okuyanı sonu gelmez kederlere misafir eden, belki yazabilirsem iyileşeceğim sanıyorum. Gecenin orta yerinde birden bire uyanıp bir kadının sesini duyuyorum. Bunu da kimse bilmiyor. Biraz sonra ölmek istemiyorum. Biraz sonra yeniden yaşamak istiyorum. Yeniden..


‘Bazı geceler uyanıp sigara içiyorum karanlıkta, odamdaki aynada yanıp sönen küçük kırmızı bir yıldızım.‘ 



12 Kasım 2017 Pazar

Boşanma davasına itiraz dilekçesi







Fotoğraflardan çıkarılmakla başladı sürgünüm.

Özenle yaptılar bu işi.

Ellerimi ve gölgemi de kesmeyi unutmadılar.

Unutmadılar beni unutmayı.

Avukat mı?

Avukat için bir sigara mühletince eşlik eden şiirden fazlası değilim.

Kadınlar ve adamlar içinse çıkarılmış bir adamım fotoğraflardan. Hepsi bu.

Adım yok telefon rehberlerinde.

Adım, yok hükmünde.

Yokluğa mahkum edilmek nedir bilir misin avukat? Bilmezsin a. Bilmezsin.

Ben biliyorum her kahırdan sabaha uyandığımda. Her kahırdan geceye sığındığımda.

Yola çıksam gidecek yol tükendi. Yazacak kalem tükendi. Tükendi hepten varlığım.

Yokluğa mahkum olmak ne demek bilir misin avukat? Ben bilirim a. Hem de nasıl bilirim.

Çiçekli bahçelerde çay içen, gülen kadınlar var şimdi bir milyon fersah ötede.
Ben, ötede. Öteki. En öteki. İvedilikle fotoğraflardan çıkarılması gereken.
İvedilikle unutulması gereken.

Şerh düştü kader ömrüme ‘Unutulacak’ dedi ne varsa varlığıma dair. Unutulsun!

Ben de unutayım ama avukat! Ben de unutabileyim. Yoksa böylesi bir azaba hüküm giymek büsbütün ölümü özlemek.

Bildiğim tüm yolları yeniden arşınladım. Bir tanıdık yüze denk gelirim belki diye. Belki biri çıkar “Abi sen o değil miydin ya, gel bir çay içelim, gel bir halleşelim şöyle boylu boyunca” der diye döndüm durdum da kimse çıkmadı kimse tanımadı yarıdan fazla karanlığa dönmüş yüzümü avukat!

Kalbimiz vardı sahi bizim hatırlıyor musun? Ben hatırlayamıyorum. Karaköy filan hani. Beşiktaş vapurlarında hani sarılan sevgililer. Ben hatırlayamıyorum hiçbirini avukat. Bir elmanın çürümesi gibi çürüdü ümit diye pencere önünde beslediğim gündoğumlarım. Yok hükmündeyim bütün şiirlerinde senin. Yok hükmündeyim bütün aşk filmlerinde. Biliyor musun bir yılı geçeli çok oldu bir sinemaya gitmeyeli. Sinema çıkışında yağmura yakalanmayalı. Kederlenip içli bir türküye elleri ceplerinde bir sigara tellendirmeyeli.

Yok yanlış anlama. Elbet bırakmadım sigarayı. Beni bir bırakmayan o kaldı. Nasıl kıyarım ona da. Tütün sarmada pek mahir oldum geçen bu dört yüz günün üzerine. Dört yüz seksen altı gün. Ve geceler de dahil bu dört yüz seksen altıya! Geceleri bilir misin yok hükmünde olan için gök yarılmış da bütün çağların kahrını boşaltır üzerine. Yok hükmünde olan için. Yok hükmünde olan için. Yok hükmünde olan için.

Ben kimim artık avukat inan hiç bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum artık.

Bir kadını sevmiştim bir vakit. Ellerini saçlarımda gezdirmişti. Kumsala koşup kahkahalar atmıştım. Koşmuştum avukat, sevince kadın beni, nefesim kesilene dek. Evlenmiştim bile! Nasıl koştuğumu hatırlamıyorum hiç avukat. Hiçbir şey hatırlayamıyorum. Ölünce de böyle mi oluyor sahi? Yığılıp kalıyor mu anılar bir ceset torbasının içinde. Darmadağın.

Eyvah! diyecek soluğum yok. O eşiği geçeli çok oldu. Birçok nehri geçeli de. Sana anlatmak istediğim bir kamyon dolusu öykü vardı. Onlar da uçup gitti göçmen kuşlarla. Dilim artık yalnız göç aksanına dönüyor. Yalnızlığın elleri uzanıp göğsüm içinde bir yeri fena halde sıkıyor. Sen bunu hiç bilmiyorsun avukat. Yalnızlık öldürecek beni öldürecekse. Başka fail arama sakın ardımdan. Bilmiyorum belki de ölüm, dedikleri gibi devadır tüm bu yokluğa. Yokluktan sahici bir varlığa geçiştir belki de ölüm. Bilmiyorum. Bilmemek de beni huzursuz ediyor avukat.

Dün sabah da aynıydı kalbimdeki ağrı. Geçer diye bekledim. Yürüdüm. Sahile indim. Çok sigara içtim. Üşüdüm. Çay içtim. Sarı yapraklı defteri açtım. Hiçbir şey yazmadım. Çok sigara içtim. Küçük çocukların gözlerinde yaşamak şevki aradım, aradım durdum bir şeyleri, şu yalnızlığımı bir lahza olsun dindirsin diye. Bulamadım avukat. Ölümcül bir diş ağrısı gibi hiçbir ecza çare olmuyor buna.

Geceye döndü işte vakit. Vakit yine haymatlos için ölümlerden ölüm beğenme vakti. O da beğenmiyor ya beni neyleyim. Neyleyim bu elllerimi. Dört yüz seksen altı gece dört yüz seksen altı gündüz boyunca bir başka el ile kavuşamamış ve bir daha kavuşamayacak olan bu sürgünde terk edilmiş adamın ellerini. Neyleyim. Göğsümde gökyüzü gibi bir boşluk gökyüzü gibi bir ağrı gökyüzü gibi bir yalnızlık, neyleyim. Ne vakit bir kelam edecek olsam “Ah, deva” diyebiliyorum yalnız. Fazlasına takatim yetmiyor. Ölsek geçer mi tüm bunlar avukat? Bulunur mu toprak altında bu huzursuzluğun devası? Bu boşluğa kafi gelir mi toprak?

Şimdi çıksam bir bunaltıdan, koşup gelsem Şair Orhan Veli sokağına. Beni karşılar mısın avukat? Hiçbir şey sormadan bir müddet, ağlayabilmeme izin verir misin avukat?

Sana bunları son bir gayretle yazıyorum avukat. Düşüp kalacağım biraz sonra bir sokak köşesinde. Adımı kimse bilmeyecek. Kimse bilmeyecek yüzümü. Fotoğraflarımı ve kitaplarımı ateşe vereli dört yüz seksen altı gün ve gece geçti. Geçti istemem gelmeni diye boşa dememiş şair. Bir talandı hepsi kimi kurtuldu tufandan kimi benim gibi yenik düştü. Hüküm giydim. “Müebbet yokluk” diye bir ses duydum. Uyumamıştım halbuki ama uyandım birden bire bir nehrin orta yerinde. Baştan ayağa çamura bulanmış baştan ayağa terk edilmiş.

Gidecek kapım yok.

Uyuyabilecek bir yatağım da.

Bir tütün daha sarıyorum işte.

Zifirden bir gece daha öğütüyorum yalnızlığımın başucunda.

Kimse yok.

Hiç kimse yok.

Beladan ve soğuktan başka.

hiç

kimse

hiç

9 Kasım 2017 Perşembe

"Hepsi ayrılık, hepsi deniz sesi"


Yağmur akşamlarda çoğalan bir ağrı şimdi kış. Çok sürmez kar başlar, pencere önünde solup giden fesleğenim yeniden açabilme şevkini bütün bütün kaybeder.

Sahi kar düştü mü dağa? Düşmüştür tabi, kalır mı hiç bu vakte kadar.

Sokaklardan çekildi kadınlar ve adamlar buralarda. Mütemadi bir soğukla başbaşa yürüyorum ve anımsamaya çalışıyorum adımı. Ellerim fena halde üşüyor. Eldivenlerim sırt çantamda benimle dolaşıyor günlerdir. O eldivenleri de çıkarıp kullanamıyorum. Canımı acıtan bir şey var onlarda.

Yürüyorum.

Unutmak için büyük yalnızlığını dünyanın.

Yürüyorum.

Kesişen kaldırımlardan medet ummadan.

Sahi sabahları nasıl uyanılıyordu?

Unuttum.

Kalbim üzerine bu ölü filin cesedini kim koydu? Nefes alamıyorum! Rica etsem yardımcı olabilir mi birisi, diye bakıyorum, bu uzay boşluğunun orta yerinde, sesim çıkmıyor, herkes nereye gitti bir anda!

Yanımda oksijen maskesi niyetine taşıdığım tütünüm, kafi gelmiyor nasıl şeydi şöyle ciğer dolusu bir nefes alabilmek?

Unuttum.

Bir şiirde mi geçiyordu 'Gök bir kayalık gibi şimdi üzerimde' diye. Göğe bakamıyorum. Devrilecek üzerime bakarsam eğer. Biliyorum. Bildiğim daha nicesi var, şimdi kelimelerin etrafından dolandığı. Merkez noktasından uzaklaşmaya çalışan cisim merkezin etrafında daireler çizer de bir türlü uzaklaşamazmış ya, bu kelimeler, yani güçbela boyamaya çalıştığım ve kendi griliğimden olanca uzak bir mesafede tutmaya çalıştığım kelimeler, ısrarla ve inatla, göğsüm üzerinde ağrıyıp duran dağılmış o tufan vurmuş o iflah olmaz yaralar açılmış yere, hücum ediyorlar.

Bir bisikletim bile olmuştu oysa. Bir bisikletim bile olmuştu. Uçsuz ovanın orta yerinden ellerimi iki yana açarak ve kahkahazaman şarkılar söylerek sürdüğüm.

Yürüyorum.

Soğuğun keskin soluğu bir nebze olsun uzaklaştırır, dindirir belki bu içimden konuşup duran sesi diye. Yürüyorum. Susmuyor Lamiha. Konuşup duruyor meyhane sarhoşları gibi geveze ve kederden müteşekkil. Gömülü bir ırmağın yalnızlığına tutturduğu ağıtlar üleşiyor konuşup duran sese. Elimi sokup göğsüm içine, çekip almak istiyorum onu. Beceremiyorum.

Yürüyorum.

Bugün, 9 kasım 2017 perşembe.

Bir yaşamak daha toparlanıp gitti. İşte, pencereme gece indi ve ben ruhumun acıyan yanlarından çoğalıp gelen kelimeler sağanağından korumaya çalışıyorum şimdi herkesi.

Sahi

Tanrı benimle de konuşur mu? Konuşsa ne iyi olur. Deva sunsa ve dese hadi çok yoruldun bu gölgelikte, kalk gel dese, ne iyi olur. Çünkü yorgunum çünkü baştan ayağa sükuta bürünmüş dudaklarım yeniden bir soluğa ulaşamayacak, biliyorum. Kelam şifa olmayacaksa neye yarar sahi.

Elleri ceplerinde bir yalnızlıkla yürüyorum kayboluşumun haritasını çıkarmaya çalışarak.

Kimse yok ve artık anladım, olmayacak da kimse.

...

Bir öğle sonrasıydı, kaosun başkentinde, bir kadın makyaj masasında oturuyordu kıpırtısız ve bir adam, olanca sakinliği ile kapının önünde ayakta duruyordu. Uzun bir sessizliğin ardından adam 'Biliyorum, bir gün kendini hazır hissettiğinde bir gün o gücü kanatlarında hissettiğinde uçup gideceksin bilmediğim kıyılara ve ben seni tutamayacağım' dedi. Kadın hiçbir şey söylemedi. Yalnız belli belirsiz bir kıpırtı dudağının kenarından geçip gitti. Aradan uzun vakitler geçti. Döngü tamamlandı. İlk kez beraber uyudukları 9 Ekim'in bilmem kaçıncı  yıldönümünde kadın, artık hazırım o bırakıp gitme gücüne erdim dedi ve uçup gitti. Hayat dedikleri hengâme ne tuhaf şey.

...

Bu yaşa erince ölmeden bu yaşa erdirince Tanrı ve hatta gül reçeli gibi aydınlık sabahlara dahi uyandırınca, sandım ki yaşamım, böylesi bir huzurla sürüp gidecek, sandım ki her sabah uyandığımda, ruhuma merhem olan o gülüş öyle umutla çağlayan nehirlerin şarkısını taşıyacak bana. Fakat yaşamak denen heyula böyle bir düş değilmiş, öğrendim Tanrım ama affet kabullenemedim, hala. Ruhumda telafisi mümkün olmayan, büyük, derin, dipsiz bir karanlık kaldı ondan geriye ki bunu benden daha iyi biliyorsun elbette.

1 Ocak 2017 Pazar

Haymatlos



İki paket sigara içtim. Çaycının şarkı listesi yedi kere başa sardı. G. hala gelmedi.

Önümdeki masaya liseden kaçmış sevgililer, at yarışı oynayan bir adam, hamburgercide çalışan bir kadın oturdu kalktı. Hepsi istisnasız çay içti. Akşam ezanından sonra ayakkabı boyacısı çocuk benimle muhabbet etmeye çalıştı. Paramın olmadığına onu ikna edemedim. Kola ısmarladım. Kolasını içerken bir şeyler anlattı. Ne anlattığını hatırlamıyorum. Bir sigara istedi. Yaşına bakmadan verdim. “Sokaktakilerin yaşı olmaz ağabey” diyecekti onu uyarsaydım. Biliyorum. Sigarasını bitirince kalktı gitti. Kolasını yanına aldı. Meydanda birini bekler gibi duran takım elbiseli adamın yanına koştu. Adamın konuşmasına fırsat vermeden önünde diz çöktü, hızlı hızlı bir şeyler anlatmaya başladı. Bir yandan da adamın ayakkabılarından birini kapmaya çalışıyordu.

Onu uzaktan izlerken bir çay daha söyledim. Açlığımı iki simitle geçiştirdim. Yanında peynir de çekmedi değil canım ama bu durumda böylesi lükslere para harcayamazdım. G. gelirse belki yemek ısmarlar diye düşündüm. Öğleden beri onu bekliyordum. Telefon kulübesinden üç defa aradım, üçüncüde açtı. Başıma gelenleri anlattım. Canı sıkıldı, sesinden belliydi. Halı saha maçından sonra geleceğini söyledi. Nerede beklediğimi tarif ettikten sonra telefonu kapatıp çaycının önündeki kaldırıma gelişigüzel koyulmuş masaya döndüm.

G ile çocukluğumuzdan beri tanırdık birbirimizi. Hatta mahalledeki bakkalın çırağı bizi uzun yıllar kardeş zannetmişti. Aynı apartmanda yaşıyorduk. Altlı üstlüydü evlerimiz. Apartmanın arka balkonları, geceleri otopark gündüzleri futbol sahası olan arsaya bakardı. G, okuldan her dönüşünde üniformalarını çıkarmadan arsaya koşardı. Halime Teyze’den çok terlik yedi bu yüzden. Ben sevemedim maç yapmayı. G de bunu anlamış olacak ki beni hiç çağırmadı maçlara. Zaten hep hastaydım. Çocukluğumun uzun bir dönemi genzi yakan tentürdiyot kokulu hastane koridorlarında geçti. Göğüs hastalıkları bölümündeki bütün doktorları ve hemşireleri tanıyordum ve hepsinden nefret ediyordum. Her seferinde o berbat vişne suyundan veriyorlardı ve içmezsem bayılacağımı söylüyorlardı. Halbuki hiç bayılmamıştım!

Oturduğum sandalye çok rahatsızdı. Sanki insanlar hemen kalksın masayı uzun süre işgal etmesinler diye özenle yapılmıştı. Çayın tadı da berbattı. Midemi yakıyordu. Çay yerine ıhlamur söyledim. 2 lira daha pahalı olmasına rağmen mide ağrıma iyi gelebilirdi. Hem iki gündür sokaktaydım ve hasta olabilirdim. Böyle bir durumdayken hasta olmamalıydım. Ihlamurun yanında limon da istedim. Annem böyle şeylerin içine limon sıkmanın insanı hastalıklardan koruyacağını söylerdi.  Ayakkabı boyacısı çocuğa bakındım ona da ıhlamur ısmarlamak geldi içimden ama göremedim.

2001 yılının kışında çok hastalanmıştım annem limonlu bitki çayları içirmişti. O kış deli gibi kar yağmıştı arka bahçeye. Hatta arsaya park eden arabalar bile üç gün çıkamamışlardı oldukları yerden. Okullar tatil olmuştu. G ile arka bahçeye inip gizlice sigara içmiştik kar altında. Beni, dizimize kadar gelen karın içine yuvarlamıştı. Kalkıp ben de onu karın içine atmıştım. Deli gibi gülmüştük buna. Kahkahalarımızı duyan giriş kattaki İsa Amca cama çıkmış ve o sert bakışlarından birini atmıştı. Apar topar kaçmıştık. İsa Amca emekli albaydı. Karısı öldükten sonra onun ne güldüğüne ne de konuştuğuna kimse şahit olmamış. On iki yıl alt komşumuz olmasına rağmen ben de onunla konuştuğumu hiç hatırlamıyorum. Gece yarısına kadar televizyon izlerdi. Hep haberleri izlerdi. Arada bir de arka mahalledeki tekelden rakı alırdı. Onun büyük bir savaş gördüğünü ve savaşta bütün arkadaşlarını kaybettikten sonra konuşmama yemini ettiğini düşünürdüm hep. Karısıyla da konuşmazmış hiç. Kapıcı Cevriye Teyze anlatmıştı. Karısı öldükten sonra on yedi gün evden çıkmamış. Herhalde adamcağız da öldü deyip polisi çağırmışlar. Polis kapıyı kırıp içeri girince İsa Amcayı televizyonun karşısında sızmış halde bulmuşlar. O zamanlar çok içermiş. Tekelci Osman Abi ona rakı yetiştiremezmiş. İstisnasız herkes korkardı İsa Amca’dan. Mahalledeki çocuklar sokağa onun girdiğini görünce hemen arsaya kaçarlardı. Ama ben çok üzülürdüm İsa Amcaya. Diğer çocuklar gibi kaçmazdım. Apartmana girene kadar onu izlerdim. Ağır ağır cebinden anahtarı çıkarırdı. Birkaç sefer iyi akşamlar diye seslenmiştim bile ama galiba duymamıştı. G, İsa Amca ile ilgili korkunç hikayeler anlatırdı. Onunla konuşmamamı eğer sesimi beğenmezse beni öldüreceğini söylerdi. G, İsa Amca’nın geceleri dışarı çıktığını ve sesini beğenmediği insanları savaştan kalma silahıyla öldürdüğünü, gündüzleri de dışarı çıkmadığı için polislerin onu bulamadığını anlatırdı. G zaten hep böyle tuhaf hikayeler anlatırdı. Balkonda sabaha kadar otururduk hafta sonları. Halime Teyze bize börek ve içli köfte ikram ederdi. Herkes uyuduktan sonra G dolabında sakladığı sigarasını getirir, yakalanma korkusuyla hızlı hızlı içerdik. İlk sigaradan sonra mutlaka başımız dönerdi. G’nin iki tane Darth Vader maskesi vardı. Balkonun ışığını söndürüp gece sokaktan geçenleri korkutmak için o maskeleri takardık. Kimseyi korkutamamış olsak da bu bizim en büyük eğlencemizdi. Lise çağına geldiğimizde bile bu oyundan vazgeçmemiştik.

Lise son sınıfa gelmeden G ile yollarımız ayrılmak zorunda kaldı. Babam vergi dairesinde memurdu. Dairedeki müdürüyle sürekli kavga ederdi. Onun rüşvetçi olduğundan elli kere üstlerine dilekçe yazsa da hakkında hiçbir işlem yapılmadığından yakınıp dururdu. İşin sonunda babamı Tekirdağ’a yolladılar. Babamın tabiriyle ‘sürgün’ ettiler. Haberi aldığım o akşamı ne zaman hatırlasam göğsüm daralır. Babam eve gelince üzerini değiştirmeden mutfağa girmişti. Annem yemek hazırlıyor ben de balkonda oturmuş arsada maç yapan çocukları izliyordum. “Sonunda istediğini elde etti o mendebur adam, beni sürgüne yolluyorlar” dediğini duydum babamın. İçimde bir yerde devasa büyüklükteki camların patladığını hatırlıyorum. O gün gece yarısına kadar balkonda oturdum. Annemle babam biraz tartıştıktan sonra annem Halime Teyzelere gitti. Haberi öğrenen G yanıma geldi. Canım çok sıkkındı. Onların balkonunda olsaydık şimdi bir sigara yakardık diye düşündüm. “Üzülme oğlum aynı üniversiteye gideriz” diye teselli etmeye çalıştı beni. Ama ikimiz de biliyorduk ben G kadar çalışkan biri değildim. Kafam çok basmazdı derslere. Zaten okuldan da nefret ederdim. O İstanbul’da iyi bir üniversiteye yerleşti. Ben ilk sene kazanamadım. Tekirdağ’da bir yıl daha hazırlandıktan sonra da İstanbul’da bir yer tutturamadım.

Üniversiteyi kazandığım ilk yaz Bozcaada’ya tatile gittik. Tatil boyunca G’ye, biriktirdiğim her şeyi anlatmak için dur durak bilmeden konuştum. O kadar çok konuşmuştum ki G beni dinlemekten yorulmuş ‘Çok siyasi takılıyorsun oğlum boş işler bunlar” diyerek terslemişti. Sonraki yazlarda ise çok görüşemedik. Sanırım ona yaz planı için biraz geç haber veriyordum ve o da başkalarına çoktan söz vermiş oluyordu. Çok sonra duydum Halime Teyzeler de taşınmış o apartmandan. Kamil Amca’nın işleri iyi gitmiş ve geniş bir ev satın almışlar. Telefonlarını Cevriye Teyze’den alıp aradım hayırlı olsun için. G ile konuşurken nereden aklıma geldiyse Darth Vader maskelerini sordum. Taşınırken kaybolduğunu söyledi. İşte buna sahiden üzüldüm..

Bir çay daha söyledim. Kadıköy’den gelen son vapur iskeleye yanaşıyordu. İçinde neredeyse hiç kimse yoktu. Kalkıp telefon kulübesine gittim. G’yi bir kez daha aradım. Cevap vermedi. Tuhaf bir ürperti kapladı içimi. Sanırım onu aramakla hata etmiştim. Ama arayabilecek başka kimsem kalmamıştı ki! Oysa telefon kulübesine yürürken “Eski günlerin hatırına, bir gecelik de olsa evini mutlaka açar bana, balkonda sabahladığımız gecelerden hikayeler anlatırız birbirimize, başıma gelenleri filan bile anlatmam ona canını sıkmamak için, hatta bakarsın bu gece de kar yağar çocukluk zamanlarımızdaki gibi, her şeyi unutup deli gibi kahkahalar atarız” diye geçirmiştim içimden.


Çaycıya geri döndüm. Bir sigara daha yaktım. Karnım acıkmaya başlamıştı. Cebimdeki parayı yeniden saydım. Kaşarlı tost istedim. Çaycı, tost makinasını kapattığını söyledi. Keşke ayakkabı boyacısı çocuk burada olsaydı diye geçti içimden. Hesabı istedim.




Merasim


Yine de unutacağım sizi. Karanlığa alışmış kalbimi, yüzleriniz ve sesleriniz istila ettikçe rüyalarımı acıyan kalbimi, taşların altında ezeceğim.

Başka bir yaşamak düşü kursaydık yola ve un ufak olmaya dair, ancak bu kadar güzel ve içli ve öfkeli bir hikaye yazabilirdik, uzun uzun fiyakalı cümleler kurduğumuz, mütemadiyen çay ve sigara içtiğimiz balkonda.

Tebrikler Simeranya. Tebrikler!

Balkonlarımızda dolaşırken, merakımı inatla demir bir çubukla oyan, tütün sararken oluşan o sessiz anlarda zihnimin içinde, menzilini kaybetmiş bir kuyruklu yıldız gibi savrulan 'Burada, bu masaya cümleler boca eden adamlardan, yani bizden, acaba hangimiz ölecek en önce? Hem sonra o ilk ölenin cenazesi nasıl olacak sahi?' düşüncesi, aklımın köşe taşlarını yontardı. Fakat alelacele yazılmış bir final, tüm olasılıkları ortadan kaldırarak, nöronlarımı yoran bu fikri çekip aldı. Ala!

Yangın merdiveninde oturup susmuştuk. 'Gidiyorum' demiştim. Berbat bir şehir manzarası uzanıyordu ardında.

Başım çok ağrıyor. Hiçbir şey anlatmak gelmiyor içimden. Hızla çöktü karanlık pencereye ve kar durdu. Yine de ellerim çok üşüyor sigara içmeye çıktığım yürüyüşlerde. Ağaçlı yolun bitiminde göl başlıyor. Kestaneler dökülmüş yoldan geçip kabuklarını eziyorum zifir gibi ağzıma dolan hatıraların. Belli belirsiz bir küfür fısıldıyorum.





30 Haziran 2016 Perşembe

Ücra



büsbütün cepleri boşalmış bir yağmur
gece yarısı otobüslerinin camlarında
sarsılarak başı dünyanın en kederli düşlerini görüyor
böyle makas değişmez trenler, bu resmen gıyabi intihar denemesi
tam da kökleriyle sarılıyorken toprağa
bu nasıl bir talan Tanrım elbet vardır bildiğin!
yalnız bu ellerimle dindiremediğim bir kanama
tütün sarmıyor burada ne kadınlar ne erkekler
yaraya tütün gerek
yarayla alay edenlerin ağzına beyzbol sopasıyla vurmak istiyorum!
Tanrım elbet vardır bir bildiğin ama bu birdenbire karnıma saplanan sancı
bu yalnızlık
bu, bir daha öyle güzel bir düş göremeyeceğini bilen ölüm mangası
nehir boyu kahrıyla koşan küçük çocuklar nehir hiç bitmesin ister
Sinnerman'i bilir misin! Dünyanın en kederli şarkısıdır!

25 Şubat 2016 Perşembe

Vişne Suyu


Yalnızlık, diyordu adam, şedid bir diş ağrısı gibi dolanır durur peşin sıra. Doğru. Ne bir eksik ne bir fazla. Büsbütün doğru. 
Kapılar çarpıyor rüzgarla.Yağmurun dövdüğü pencereyi açıp uzanıyorum göğe doğru. Nefti ve ıslak. Bir yerlerimden yara almışcasına, tütün basıyorum kanayan yanlarıma. Deva olmuyor hiç kimse. Bir uzun düş görüyorum düşümde. Yalın ayak bir ırmakta yürüyorum. Suyun denize açılan eşiğinde martılar aç bir canavar gibi saldırıyor tenime. Köprücük kemiğimden tutup çekiyor içlerinden biri. Uyanıyorum, kan boşalıyor sesimden. Sesime, tütün basıyorum. 
Sahile indiğim sabahlarda, bir küçük an, dindiğini hissediyorum bu yalnızlık ağrısının. Sade bir an. Kum doluyor ayakkabılarıma hemen. Suyu çekiliyor denizin. Suyu çekiliyor ellerimin. Birdenbire oluyor ne oluyorsa yalnızlık, birdenbire. Uyumak istemiyorum hiç. Anlıyor musun? Sahiden ama? Anlıyor musun? Damarlarımda yürüyen jilet gibi haz veriyor gecenin orta yerinde bu yalnızlık. Bu bitmeyecek yol. Bu devasızlık. 
Eskiden beslenme çantamda vişne suyu ve kaşarlı tost olurdu. Dişleri dökülmüş bir bronşitten başımı kaldırabildiğim zamanlarda gittiğimde okula, bahçenin en sote yerinde kimseye bir söz etmeden açardım beslenme çantamı. Vişne suyunu sessizce içerdim. Bahçede kimse kalmayıncaya dek öylece oturur, yaralarımı izlerdim.
Bir vişne suyu ne kadar kahredebilir ki adamı. Ama hastane koridorlarının iç bayıltan tentürdiyot kokusuna direnen bir çığlık yankılanıyor içimde, çocuğum daha, başıma bastırıyor bir hemşire kaçmayayım diye, sonra o lanet vişne suyunu dayıyor ağzıma. Eve götürüyorlar, yarı baygın. Balkona çıkıyorum. Balkon tepeleme vişne suyu dolu. Öksürüğüm tutuyor onları görünce. Bir at çatlar gibi kahırdan, öksürüyorum. Bütün bir çocukluğum öksürüyor benimle bütün sokakları öksürüyor kentin bütün dişleri dökük çocuklar benimle.. Öksürürken uyuyakalıyorum. Hanımeli kokan bir düş görüyorum. Uzun sürmüyor. Öksürerek uyanıyorum. Evin bütün odalarına sinmiş çıldırtan bir sessizliğin orta yerinden geçip balkona çıkıyorum, balkon tepeleme vişne suyu hala..Küçük kutular halinde. Yüzlerce. Yüzlercesi beslenme çantamda yüzlercesi balkonda. Bütün kutuları patlatmak istiyorum öksürüğümden yakayı bir an kurtarıp şöyle adam akıllı bağırmak istiyorum..Olmuyor. Sedye geliyor. O saçma yeşil kıyafete sarıyorlar akciğerimi. Lanet hastenenin floresanları doğru düzgün yanmıyor.
Yalnızlığın önü alınmaz bir kaosa dönüştüğü anlarda hep o vişne suları geliyor hatırıma. Yalınayak çıkıyorum sokağa. Yalınayak bir yağmur. Şimdi orada değilim. Anlıyor musun? Bu asfaltı kalkmış yol oraya çıkmıyor. Azalıyorum gitgide. Vişne suyu söylüyorum kendime. Ahşap bir masaya oturup dört yanına tutununca sıkı sıkı. Bir yudumda içiyorum hepsini, hiçbir şey olmuyor. Öksürmüyorum. Hasteneye uzanan bir koridorda bulmuyorum kendimi. Pencerelerime yara bandı ve sütlü ekmek sarmıyorlar. Artık hiçbir şey.
Ardışık sokaklarda yürümek geliyor içimden, saat iki yirmi iki. Gece köpeklerinden başka kimse yok. Islak yaprakları ezerek iniyorum iskeleye. Kepenkler sımsıkı. Vapurlar geceye boyalı. İçimi ferahlatmıyor hiçbiri. Yalnızlık diyordu adam, şedid bir diş ağrısı gibi.. İşte tam burada. Böyle büsbütün yüzümle böyle büsbütün. 
Ölüm, mutlak ve ferah bir pansuman.. Buradan bakınca. Yağmur da hakeza. Ama uykum gelmiyor Luna, işte bu fena. Hem de ne fena. Göğsüme sürdüğüm ecza, uçuşuyor birdenbire. 
Mütemadiyen yalnızdım, diyeceğim, gittiğimde, mütemadiyen uykusuz. Tanrım, biraz uyuyabilir miyim?..



31 Aralık 2015 Perşembe

Grönland'de bir başına ve sigarasız




Kar yağıyor. İncinmiş bir kalbe pansuman yapar gibi.

Sokağa çıkıp elleri ceplerinde bir yalnızlıkla uzun uzun yürümek istiyorum.
Sokağa çıkıp, sonu dosta varacak olan bir yolda yürümek istiyorum.
Sokağa çıkıp, çocuklar gibi şen bir kahkahayı anımsamak istiyorum.

Hiçbiri olmuyor. Hiçbir şey anımsayamıyorum.

Çamurlu yollardan yürüyerek kocaman bir binaya giriyorum. Seramikler kirlenmesin diye özenle siliyorum ayaklarımı paspasa. Sokağa uzak, gök gürültülerine yakın bir katta, tükenişi selamlıyorum.
Geçmişe dair her şeyi deli gibi özlüyorum.

Bitmiş bir film gibi şimdi bu döngü. Bir daha asla o günlerin geri gelmeyeceğini bir daha asla öyle günlerin olamayacağını bilince insan, iyi ki bu yaşamak dedikleri kısa süren bir maceraymış diyor..

'Tanrım, keşke kendi gölgesine razı bir fesleğen olaydım.'

Artık sokakta tanıdığımız kimse yok. Artık kahvelerde beraber kalbimizi kurtardığımız kimse yok. Artık kimse yok.
Hiç kimse.
Hiç.

Kar yağıyor.
Daha da da artacak belli ki.
Ajanslar, korkunç haberleri vermek için çıldırmış bir hırsla yarışıyor.

"Allah kar gibi gökten yağdığında beni anlayacaksın" demişti şair.
Karın yağdığını kimse bilmiyor.
Kendimi anlatabileceğim hiç kimse yok.

Grönland'de bir başıma ve sigarasızım.


16 Kasım 2015 Pazartesi

MERHABA EY BELA


Kötü bir haberi bekler gibi bekliyorum
İçimde kışa aralanmış büyük sessizlik
Kar yağıyor
Terk edilmiş kentleri yutarcasına
Ölüm mangası diye bir şey vardı değil mi sahi?
Bir filmde görmüştüm
Ölümü bekliyorlardı sabaha karşı
Beyazlamış dudaklarında ne bir söz ne bir düş
Kapıya omuz atıp girecek olanı bekliyorum
Karanlık bir rüyaya uyanır gibi
Arınıp bahardan sıyrılarak
Kaosun ve dinmek bilmez denizlerin baş döndüren tayfununa
Elimi uzatıyorum
Merhaba ey Bela!
Beraber talan olacağız
Hallaç pamuğu savuracak düşlerimizi
Merhaba ey Bela!
İşte dudaklarım beyaz işte ellerim boynuna uzanmış
boyuna kanayan bir kederi söküp almak için
Haydi gir kapıdan ve göğüs göğüse bir cenk meydanına açılsın kelimeler
Merhaba ey Bela!
Nefti bir çocukluk ağrısı gibi kuşandığım boran
Toprağın altında yatan kadının ve çocuğun hatırına
Evine gitmeye yüz bulamayan işsiz bırakılmış adamlar adına
Ağıtlar belleyen annemin penceredeki kederli yüzü namına
Merhaba ey Bela!
Ben geldim
Belan olmaya geldim!

27 Ağustos 2015 Perşembe



Sıkılgan bir nehir. Sevemedim bu yaşamak döngüsünü. Yazacak satırlarım yok. Bir kenti arkada bırakacak şevkim, kentim, kendim, yok.

 Nihayete erince koyu kitaplarda savaş, oyulunca radyasyon kaşıklarla çocukların gözleri, bir nebze sona varmış olmayı bilmenin hazzıyla kıpırdanacak yılgın kalbim. 

Sevemedim 'ev'ler kadar insanları da. Hiçbir şey için hiçbir şey.

Şüpheli sinyalle tedirgin olan askerin hızlı hızlı çarpan göğsüne yine de, imrenmedim değil. Bir yerlerimden rikkatle kopuyor, bayat un kurabiyeleri. Sıkılmak, rutin bir keder.


9 Temmuz 2015 Perşembe

Yılgın bir akşamüzeri gibiyim, durmaksızın. Mücadelenin o baş döndüren şehvetine karşı hiçbir arzu duymadan öylece uzanıyorum. Neden böyle oluyor bilmiyorum? Neden azıcık da olsa bir şevk yok...

Kaybedeceğimi görüyorum. Eli açık oynuyor . Biliyorum devrilecek bir kül tablası daha. Ama kaldırıp elimi müdahale etmeye zerre takat bulamıyorum ruhumda. Kaybetmek ve hızla tütüne ve çocukluk ağrılarıma sarılmak en kestirme yol geliyor. Yeterince tütünle yarayı iyileştirebilecekmişim gibi saçma bir duygu çörekleniyor kaybedeceğimi anladığım vakitlerde.
Kazanmak.
Kazanmak ne ki?
Takım elbiseli bir ışıklı salonda hızla yere inen plastik bir giyotinden fazlası değil.
Değil mi?
Bilmiyorum.
Şimdilik, sahile inmek ve şiirden medet ummak, kafi.


10 Haziran 2015 Çarşamba

Döngü



Yazabilecek hiçbir şey yok. 
Yıl tamamlanıyor. Döngüye giriyor her şey. Yer değiştirme, sıfır. 

Otoban uzanıyor önümüzde. Beyaz ve yırtık şeritleri ayağımıza dolanıyor. Mevsimler, tek düze ve pencere önünde artık kimse sigara içmiyor.

Gece yarısına yaklaşıyor saat. Eğer sigaram bitmemiş olsaydı bunları yazmaya koyulmayacaktım.

Dışarı çıkmak istemiyorum. İçeriden hiçbir farkı yok. İçerininse karanlık bir tünelden.

Yola çıkma şevkimi öldüreli yüzotuzyedi pazartesi geçti. Artık rahatça kart okutabiliyorum turnikelere. Gönül rahatlığıyla yürüyorum camlı ofislerin içinde. Hiçbirisi beni rahatsız etmiyor. Yol ve yola dair her şey öldü. Artık döngünün fönlü adamlarından biriyim. 

Bindokuzyüzdoksandokuz yılında denize batan bir güneşi beklerken böyle bir şeyin hayalini kurmamıştım. Yola çıkacaktım. Bütün büyük yalnızlıkların içinden bir koşu geçip, geçip pamuktan sökülen iğnelerin acısıyla nehirlerden, 'o'nu bulacaktım. Neyse işte o, 'o'nu. Bir kitapta rast gelmiştim dört yıl önce. Kuyuya düşen çocuğun masalıydı. Sara hastasıydı. Annesi ölmüştü. Kahverengi kitapları vardı ve Rimbaud'dan bir şiir okuyup duruyordu:

"Mavi yaz akşamlarında özgür gezeceğim
Ayaklarımın altında nemli serin kırlar
Başakları devşirip otları ezeceğim
Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgar

Ne bir söz ne düşünce, yalnız bitmeyen düş
Ve yüreğimde sevgi, büyük, sonsuz, umutlu
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada -bir kadınla birlikte gibi- mutlu"

O çocukta gördüğümü, yani o adı olmayan şey her ne ise işte o'nu, bir daha bulamadım. Bir an, bir küçük an, tam göğsümün üzerinde duymuştum sesini. Sonra otobüsler geldi durağa alelacele binmem gerekti.

Şair bir adam vardı. Gülümseyen. Bugün işten çıkarıldı. Buzlu camlı bir ofisin arka yüzünde. Yangın merdiveninde bir müddet sigara içtik. Bir şey söyleyemedim. 11. kattaydık ve hava yağmurluydu. Yangın merdiveninden aşağı salladığımız sigara izmaritleri yüzlerce kilometre öteye düştü. Biraz sustuk. Biraz daha. Gülümsedi. 'Hayat işte' dedi. Gitti.

Gitmek iyi. Gidebilmek. Döngünün orta yerine düğümlenmiş tütünsüz bir geceden çok daha iyi.

Arabam olsaydı belki dışarı çıkardım. Bir paket sigara alır, sahile iner biraz müzik dinlerdim. Kimseyi aramazdım ama gelsin diye. Bu yaştan sonra kimi arayabilir ki insan?

İşten çıkan adamların sürekli olarak yetişmesi gereken kadınları ve faturaları var. Yirmibir yaşında olsaydım eğer elbet arardım en az üç kişiyi. Ki aramıştım da. Külüstür bir kamyonetle geceler boyu serserilik yapmıştık yollarda. Ucuz sigaralar içip deliler gibi gülüyorduk. Uyumuyorduk. Sabaha karşı üç beş kuruş kazandığımız işlerimize gidiyor akşam olur olmaz da o parayı eziyorduk. Gençtik, atlara ve uzaklara hayrandık. Kadıköy'e inip gece yarılarında, küfürler edip, ağlıyorduk. Gençtik ve 'neden hata payı yok diyorduk ömrümüzde' Kumsala inip acılı şarkılar söylüyorduk. Geceleri yaşıyorduk ne yaşanacaksa. Hayaller kuruyor, kahkahalar atıyor, ağız dolusu küfürler ediyor, ucuz sigaralar içiyorduk. Ölmekten korkmuyorduk.

Şimdi buradan bakınca nasıl da uzak, nasıl nefti. Tüm o kalbimizin içinden bir anda boşalan şevk, yerini, bitki çaylarına bıraktı.

Gece yarısı ve sigaram bitti. Arayabilecek kimse yok. Alarmlarımı kurup uyumam, gri turnikelere zamanında yetişmem gerekiyor. 

Sinema üzerine kısa bir söyleşi yaptığımız akşamüzerlerinden hiçbir iz yok. 

Bu çıldırtan çınlama, bu geri dönülmez kaybediş, bu, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına uyanılan o anın acısı, omuriliğini paslı bir çiviyle deler gibi..

Fotoğraf çekerim belki bundan sonra. Döngüden vakit bulursam. Vakit bulursam eğer yaşamak için, unuttuğum bir senaryom vardı, onu hatırlamak için çabalarım. Kim bilir belki bir gün Pera'ya çıkar, aylak zamanlarda olduğu gibi huzurla yürürüm uzun uzun. Kim bilir. İnsan işte. Kabullenmek istemiyor bu büyük kederi. /Yaklaştıkça ölüme hızla, hızla yalnızlaştığına/ 

Birazdan bu masanın başından kalkacağım. Havada asılı kalmış sigara dumanı gibi usul usul kaybolarak döngünün içinde. Hiç kimseyi aramak istemiyorum. Bu, Tanrı'nın, filmin sonuna yaklaştıkça ölümü arzulatma biçimi mi? Bilmiyorum. 

Bildiğim, saat gece yarısına geldi. Sigaram yok ve sabaha kadar olmayacak. Ölmezsem eğer.