30 Haziran 2012 Cumartesi


Sevmek gibi başlıyor zaman. Sevmek gibi geliyor ölüm.

Bir gün bir habere çıkmıştık. Röportaj yapacağımız adamı bekliyorduk. Hazirandı. Sıcaktı. Terliyorduk. İstanbul olanca miskinliğiyle uyukluyordu çınarların gölgesinde. Emniyetin kantininden karton bardakta çay ve bisküvi alıp arkadaşların yanına oturmuştum. Yorgunduk. Telefonum çaldı. Telefonda titreyen bir ses. Konuşamıyor, sadece ağlıyordu...


Sonrası uzun yollar, toprak örtüşler , son dualar, usulca mezarlıktan ayrılmalar...


 Zaman zaman anneannem geliyor sabaha karşı odama. Nasılsın diyorum, tebessüm ediyor. Öldükten sonra çok gençleşmişsin anneanne diyecek oluyorum, uyanıyorum birdenbire. Bir gün gelicek ve haydi gir koluma artık beraberiz diyecek,anneannem. Biliyorum.

O öldüğünde 'tuhaf' olmuştum. Halisilasyonlar ve baş dönmeleri nasıl kovalarsa birbirini öyle 'tuhaf' işte. Köydeki evin avlusunda toplanmıştık hepimiz. Cenaze yıkama aracı gelmişti. Anneannemi annem yıkamıştı. Kefenleyip güzel kokular sürmüşler sonra. Sonra ben de girdim içeri. Ölmüş bir insanın yüzüyle yüz yüzeydim. Anneannem öyle yatıyordu. Sesi hala çınlayan bir fısıltı gibi hatrımda. 'Ah be evladım isteyince açmıyor ki kara toprak kucağını, bekliyoruz işte bekliyoruz' derdi. Dedemden ne vakit söz açsak gözleri dolardı.

Çocukluğumdan beri hep 90 yaşındaydı ve ben çocukluğumdan bu yana ölümle öyle yüz yüze gelmemiştim hiç, böylesi yakın böylesi iç yakıcı. Masum bir çocuk gibiydi çoğu zaman. Upuzun bir tespihi ve elinden hiç düşürmediği örgüsü vardı. O hep öyle o odada duracak, sanki hiç gitmeyecek gibiydi. Sanki hep bizim için dualar edecek, cebimize para sıkıştıracak, kapılarda bizi gözleyecek, akşam yemeğinde gizlice tatlı yiyecekti..


Eski bir bastonu vardı. Hatıra kaldı bize. Bir de o akşam yemeklerindeki şen ve utangaç kahkahaları..

Bugün anneannemin vefat yıl dönümü.. İnşallah huzurlusun oralarda.


Yine gel öyle sabaha karşı odama olur mu?

27 Haziran 2012 Çarşamba

İstanbul'dan çok uzaktaydım. Her yer griydi.



Geceleri sürekli kar yağıyordu. Şehrin bir tek caddesi vardı. Her gece kaldırımları buz tutuyordu. Yürüyemiyordum sokaklarda. Tedirgin adımlarla geçiyordum vitrinlerin önünden. Bir tane kitapçı vardı şehirde. Bir iş hanının üst katlarına tünemiş kafenin yanında. Sık sık oraya gider, boş rafların arasında tekrar tekrar aynı kitapları karıştırırdım. Bir astroloji kitabını bile karıştırmışlığım vardı, can sıkıntısından. Canım çok sıkılırdı ve kitap raflarının ardında hiç kimseyle karşılaşma ihtimalim yoktu. Tramisu yapan bir yer de yoktu. Büyük bardaklardan limonlu çay içerek çok dumanlı akşamlarda, susuyordum. Susmanın ne demek olduğunu biliyordum. Eski eşyalar satan bir dükkana rastgelmiştim bir seferinde. Ahşap bir gemi aldım Fatih'e vermek için. İçim ısınmıştı dükkana. Sonra yine gittim. Kapanmıştı. Soramadım da kimseye, n'oldu akıbeti diye, kimseyi tanımıyordum.


10 Haziran 2012 Pazar

yeşil ekşi elmalar namına

Filmlerden bir şeyler aşırarak çıkıyordu sokağa her seferinde. Yeşil bir elmayı da aşırmıştı bir keresinde kocaman cam bir kasenin en dibinden. Gözlerimle gördüm. Boğazında düğümlendi sonra ekşi bir tat. Ölümden korktu yeşil, ekşi bir elmaya bakarak. Ceplerinden deniz kabukları çıktı sonra, tüm ömrünce. Ömrünce öyle beyaz bir deniz kabuğu daha bulamadı oysa. Bir keresinde bir yelkenliye bindi. Gülümsedi. Kalbiyle beraber denizin ortasında. Sisler geçti saçlarının içinden. Oldum olası sevemedi saçlarını. Oldum olası kendini. Bir köye gidip yerleşme fikrini de. Şehir en iyisiydi. Şehir dediysem de, öyle tumturaklı bir şehir hani. Kocaman meydanlarda yeşil ekşi elmalardan kocaman ve sulu ısırıklar alarak ve ekşiterek daha fazla midesini. Sevdi, sever gibi bir kadını uçsuz mailikler kıyısında, çayı ve türk kahvesini de. Nihayetinde bir yaşil elma fidanı dikti ve hep filmlerden bir şeyler aşırarak yürüdü kıyılarda, o deniz kabuğunu bulabilmek adına.

Sevmek gibi başlıyor zaman. Sevmek gibi geliyor ölüm.


Zamana yukarıdan bakınca tek bir parça. Başı ve sonuyla birlikte. Dağılan ve toparlanan yanlarıyla.

Sevmek ve ölmek gibi geçiyor zaman.

Kırarak naif yanlarımızı ve inciterek hep daha fazlasıyla, hep daha fazlasıyla. Ada'ya yağmur yağıyor sonra. Sait Faik uyukladığı kayıktan usulca doğruluyor ufka doğru, sisler içinden bir kayıkçı geçiyor, ağına ıstakozlar doldurmuş gururla. Sait Faik gülümsüyor. Yangına veriyor şehrin orta yerindeki konağı küçük çocuklar. Oyun gibi geliyor yaşamak, her birimize. Birazdan akşam ezanı okunacak ve annelerimiz balkonlardan adımızla çağıracak akşam yemeğine, her birimizi. Kapıda çıkaracağız çoraplarımızı, hemen banyoya yollanacağız, annelerimizin kızmalarına çok da içerlemeden hatta aynadaki kirli halimize gülerek biraz da, durulanacağız sabun kokulu havlulara. Havluların ucunda iğne oyalı hatıralar takılacak gözümüze. Çocuğuz, anlamlandıramayacağız küçük, kırmızı iplerden örülmüş narin çiçekleri. Anlamlandıramayacağız bir gece yarısı birdenbire, sabun kokulu havluları bile almadan yanımıza, bir başka şehre taşınışları.

Sevememek gibi geçiyor çocuklar nehir kıyısından sevememek gibi büyüyorlar ve zift bulaşıyor küçük ellerine. Sevememek gibi geçiyor zaman.

Rüzgara vererek tüm çorak kalmış yanlarımızı ve isli bir yalnızlık içinde pejmürde şiirler öğreterek.


Büyüdükçe büyüyor kıpkırmızı bir balon. Ellerinden kaçıyor kocaman adamların. Büyüdükçe büyüyor başaklar. Gölün üstünden lacivert bir tren geçiyor. Birdenbire sönüyor ışıkları. Karanlıkta kaybolacak gibi ürküyor kıpkırmızı bir balon. Yükselmekten vazgeçiyor. Duruyor durduğu yerde. Boşlukta. Boşluğun içinden bir tırtıl düşüyor yere. Yedi buçuk adım sonra nehire düşüyor.

...

Şehirden, en şehirden, çıkıp attı kendini göl kıyısına. Parmak ucunda bir parça kan hala pıhtılaşmamıştı. Saçları gözünü kapatıyordu öne eğildiğinde. Nefesi yetmiyordu daha fazla koşmaya. Kan ter içinde soluyordu akşam rüzgarını. Akşam, hep canını yakmıştı. Durup durduk yerde, öyle sebepsiz, büsbütün bir akşam olması yeterdi, bir büyük göl dolusu ıstıraba sürüklenmeye. Durdu.Saçlarını çekti gözlerinin önünden. (bu hareket nasıl da havalı geliyordu eskiden) Nehir kızıla bürünmüştü ve sığırcıklar şaşkın şaşkın uçuyorlardı gün batımında. Dik durmaya çalıştı, ovaya doğru. Bir bahar akşamından beklenebilecek her şey mevcuttu dağların arasına hapsolmuş ovada. 

Avcundan kan damlamaya başladı yeniden. Bu sefer çimenlere. Aslında gün batmadan yetişebilseydi göl'e, Lila'yı bile görebilirdi belki...

Sır

Eskiden insanlar, kalbe ağır gelen ve bir türlü kelimelerin koynuna kendini bırakamayan sırlarını saklamak için yüksekçe bir dağa çıkıp bir ağaç bulurlarmış. Bu ağaca bir delik açar ve iç ağrılarını fısıldar ve sonra da deliği çamurla kapatırlarmış..












9 Haziran 2012 Cumartesi

tahinli kabak tatlısının aşırı acıklı hikayesi


hayır.
kırgın değilim kimseye.
hayır suçlu diil hiç kimse. kimse sorumlu diil bu sürüklenmiş halimden.

ne varsa ben yaptım kendime ne varsa ellerimle ve yüzümle. bir hayat nasıl alt üst edilebilirse öyle. hallaç pamuğu gibi ben savurdum kaderimi. Kendi ciğerlerimi ben acıttım böyle. Ben söktüm midemi bir gece yarısında neşterle. hayır.lütfen konuşmayın lütfen...rica ederim ne demek..yoo hayır tabiî ki gidebilirsiniz buyurunuz ben şu kapıdan atlayacağım birazdan şu kanyona lütfen rahatsız olmayın aslında.

Sigaraçaykahvesigaraçaykahvetahinlikabaktatlısısigaraçaykahvesigara

sonra o girdi kanyondan içeri. büyük kıpkırmızı bir kayanın üstünde küçük beyaz bir odada bekliyordum bir şeyi. yağmur yağmıyordu. o girdi kanyondan. önce beyaz bir gölgeydi sonra büyüyen bir karanlık. yalnız elleri, hiç günah işlememiş gibi sanki, beyaz.

kırmızı bir balığın sırtında ve karnında bıçak izlerimi temizliyordum onu gördüğümde. zaten sonra kapı açıldı. ben kanyona bıraktım kendimi. o hiç bırakmamıştı kendini. ben kendi kendimi..

Beyoğlunda bir sokaktan geçiyorum gece yarısında. Sokağın ortasında bir masa. üç kişi. susuyor. bıraksan gülecekler deli gibi. bırakmıyorsun. Ciğerim acıyor oksijenden. Diyorsun. Başım dönüyor. Şaraptan.

Kıpkırmızı toz içinde kalıyor kanyon. Beyaz bir tül ufuktan geçiyor. Atlar terliyor nehre doğru koşarken. Çorak ve kıpkırmızı bir çölün parmak ucunda bekliyorum. Aşağıdan gemiler geçiyor. Kar yağıyor beyaz yüksek duvarlı odalarda. Boyaları dökülüyor fotoğraflarımın. Geçmişime bulanmış çocuklar çıkıp çıkıp geliyor. Rüyalarımdan sen geçiyorsun Bembeyaz bir karanlık. Panik atak tutuyor tam o anda. Nefesimi ellerimle çıkarmaya çalışıyorum boğazımdan, bir fısıltı gibi dolaşıyor bütün kırmızı kanyonlarda yankısı.

Birdenbire uyanıyorum Pera Sinemasının 3.salonunda.Korkuyorum. Yeraltı diye bir film ikinci kez dönüyor perdede. Dostoyevski’yi anımsıyorum ilk gençlik yıllarıma uzanıp. Uzanmasam ne iyi. Hemencecik çocuklar,küçük olanlar, dişleri dökük olanlar uzanıyor ellerime. Uyumaya çalışıyorum. Canım deli gibi sigara içmek istiyor. Boş sinema koltuklarının arasından kırmızı bir rus bisikleti geçiyor. Boyundan büyük bisikleti sürmeye çalışıyor küçük bir çocuk, ağlayamayarak.