Bir akvaryumum olmalıydı.
İçine en afili balıkları ve mercanları doldurduğum. Hatta
elmas salyangozları bile olmalıydı. Yok yok olmamalıydı. Elmas salyangozlerını
sevmem. Tıpkı makyajlı kadınlar gibidir onlar. Ne kadar iğrenç olduklarını
göremezler. Sadece parlak kabuklarını düşünürler. Zaten onlar da başkaları da
insancıklar da parlak kabuklarını görürler. Sadece. Oysa leş gibi sürünürler.
Bir anda on beş milyon yumurtlarlar ve onlara da hayran olur insancıklar.
Köyde babaannemin tavuklarını ezmiştim bisikletle. Aslında
ezmek istememiştim. Ama kafalarının üstünden geçtiğim için üzüldüğümü
söyleyemem. Hatta küçük palmiye ağacına bisikletle çarptığımda zerre miktarı
acı hissetmemiştim. Ama ağlamıştım. Korktuğum için! Sadece korktuğum için
insanlardan! Bana kızacaklardı çünkü palmiye ağacına frenleri olmayan
bisikletle çarpıp dizimi fena halde kanatmıştım,kızdılar da! Yahu bundan size
ne! Siz şefkat göstersenize! Baksana lanet dizim kanıyor..evden çıkma yasağı
koyunca uslanacak mıyım sanki! Uslanmadım da. Ama hala sol diz kapağımın
üstünde iki yara izi durur öylece.
Zaten lanet yerde kazandığım ilk parayla kelebek çakı
almıştım. Hatta sarı kırmızıydı. Nerede kaybettim bilmiyorum ama o yaz
kaybettiğime eminim. Demir olanlarına param yetmemişti plastik olanlarından
almıştım. Tam üç buçuk milyondu. Lanet çakı bana deli gibi cesaret vermişti ve
kim ne derse desin çok güzel sallıyordum. Önce parmağımı kesmiştim. Kanım
akmıştı ama acımamıştı. Havalı gösteriyordu beni. Çünkü onlar kadar iyi
yüzemezdim ve karanlıktan korkardım. Gerçekten korkardım. Zaten onlara göre
İstanbulluydum ve şımarıktım. Kimseyle konuşmamama ve her İstanbul şarkısında
gözlerimin dolmasına uyuz oluyorlardı. Biliyordum. En çok da oyun oynarken
canımı acıtmak için ne kadar hızlı vurduklarında..biliyordum. Gece beni tavşan
avına götürmediklerinden ve kuşları bir türlü vuramadığımdan. Biliyordum. Ama
ben en çok yamaçtaki ağacı seviyordum. Hala özlerim onu ara ara. Onunla ne çok
konuşmuştum. Lanet yere ev yapacaklar diye ödüm kopuyordu. Ağacın en üstüne
çıkmaya korkuyordum. Ama çıkıyordum. Çünkü orada bazen kendimi Maximus gibi
hissediyordum. Ama ellerimi iki yana açıp rüzgarı hissettiğimde daha çok
Robinson geliyordu aklıma. Ne çok istiyordum Robinson olmayı. Çünkü biliyordum
Maximus olamıcaktım. En çok da Antalya kalesinde kırık kürekli kayıkla
alacakaranlıkta denize açıldığımızda Robinson olmayı istemiştim. Hatta kayığın
önüne geçip “Robinsonum ben!” diye bağırmıştım. Ama herkes gülmüştü. Benimle
aynı yaşta olan kuzenlerim dahi gülmüştü. Sonra kayıkta yemek yemiştik zaten.
Lanet kayıkta canım çok sıkılmıştı. Ama hiç limana dönmek istememiştim. Ama
dönmüştük. Gece olmuştu. Herkes uyuyunca balkondaki sandalyeye oturup karşı
binada oturan kızıl saçlı kızın pencereye çıkmasını dilemiştim. Kaç saat oturdum
bilmiyorum. Ama çıkmamıştı. O kızdan hoşlanıyordum. Güzel değildi. Ama çok
kavgacıydı. Hatta ayağında ve dizinde otuzdan fazla kere top sektirebiliyordu.
Oysa ben en fazla on bir yapabilmiştim. Bir tane daha kız vardı. Selendi adı.
Yeşil topu vardı. Aynı anda topa vurmuştuk. Sonra kız aşk gibi bir şey
söylemişti. Gözleri de yeşildi ama ben o kızı sevmiyordum.
Galiba “onlar” kızlarla devamlı oyun oynamama da sinir
oluyorlardı ve ayaklarını yıkamadan eve girmek yasaktı. Salona girmek de hep
yasaktı. Zaten salonda beyaz örtüler vardı ve ben beyazı sevmezdim o zamanlar.
Ama güzel kıyafetleri vardı ve bir sürü paraları. Ebeveynlerim zaten yol boyu
kavga ederlerdi ve ben arkada uyuyor numarası yapardım. Hepsini duyardım
halbuki. Sonra param hiç yetmezdi güzel kıyafetlere. Zaten lanet yerde hala
yetmiyor. Galiba hiç güzel kıyafet alacak kadar param olmayacak. Ama güzel
kıyafetler almayı çok istemiştim. FS’nin bir tane kazağı vardı. Çok güzeldi.
Onu almayı çok istemiştim. Ama deli gibi pahalıydı zaten. Zaten yatılı
kalıyordum ve bütün param yurttan kaçmaya yetiyordu. Zaten bütün param o kazağı
almaya yetmezdi.in a different time
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder