4 Ekim 2011 Salı


Bir akvaryumum olmalıydı.

İçine en afili balıkları ve mercanları doldurduğum. Hatta elmas salyangozları bile olmalıydı. Yok yok olmamalıydı. Elmas salyangozlerını sevmem. Tıpkı makyajlı kadınlar gibidir onlar. Ne kadar iğrenç olduklarını göremezler. Sadece parlak kabuklarını düşünürler. Zaten onlar da başkaları da insancıklar da parlak kabuklarını görürler. Sadece. Oysa leş gibi sürünürler. Bir anda on beş milyon yumurtlarlar ve onlara da hayran olur insancıklar.
Köyde babaannemin tavuklarını ezmiştim bisikletle. Aslında ezmek istememiştim. Ama kafalarının üstünden geçtiğim için üzüldüğümü söyleyemem. Hatta küçük palmiye ağacına bisikletle çarptığımda zerre miktarı acı hissetmemiştim. Ama ağlamıştım. Korktuğum için! Sadece korktuğum için insanlardan! Bana kızacaklardı çünkü palmiye ağacına frenleri olmayan bisikletle çarpıp dizimi fena halde kanatmıştım,kızdılar da! Yahu bundan size ne! Siz şefkat göstersenize! Baksana lanet dizim kanıyor..evden çıkma yasağı koyunca uslanacak mıyım sanki! Uslanmadım da. Ama hala sol diz kapağımın üstünde iki yara izi durur  öylece.
Zaten lanet yerde kazandığım ilk parayla kelebek çakı almıştım. Hatta sarı kırmızıydı. Nerede kaybettim bilmiyorum ama o yaz kaybettiğime eminim. Demir olanlarına param yetmemişti plastik olanlarından almıştım. Tam üç buçuk milyondu. Lanet çakı bana deli gibi cesaret vermişti ve kim ne derse desin çok güzel sallıyordum. Önce parmağımı kesmiştim. Kanım akmıştı ama acımamıştı. Havalı gösteriyordu beni. Çünkü onlar kadar iyi yüzemezdim ve karanlıktan korkardım. Gerçekten korkardım. Zaten onlara göre İstanbulluydum ve şımarıktım. Kimseyle konuşmamama ve her İstanbul şarkısında gözlerimin dolmasına uyuz oluyorlardı. Biliyordum. En çok da oyun oynarken canımı acıtmak için ne kadar hızlı vurduklarında..biliyordum. Gece beni tavşan avına götürmediklerinden ve kuşları bir türlü vuramadığımdan. Biliyordum. Ama ben en çok yamaçtaki ağacı seviyordum. Hala özlerim onu ara ara. Onunla ne çok konuşmuştum. Lanet yere ev yapacaklar diye ödüm kopuyordu. Ağacın en üstüne çıkmaya korkuyordum. Ama çıkıyordum. Çünkü orada bazen kendimi Maximus gibi hissediyordum. Ama ellerimi iki yana açıp rüzgarı hissettiğimde daha çok Robinson geliyordu aklıma. Ne çok istiyordum Robinson olmayı. Çünkü biliyordum Maximus olamıcaktım. En çok da Antalya kalesinde kırık kürekli kayıkla alacakaranlıkta denize açıldığımızda Robinson olmayı istemiştim. Hatta kayığın önüne geçip “Robinsonum ben!” diye bağırmıştım. Ama herkes gülmüştü. Benimle aynı yaşta olan kuzenlerim dahi gülmüştü. Sonra kayıkta yemek yemiştik zaten. Lanet kayıkta canım çok sıkılmıştı. Ama hiç limana dönmek istememiştim. Ama dönmüştük. Gece olmuştu. Herkes uyuyunca balkondaki sandalyeye oturup karşı binada oturan kızıl saçlı kızın pencereye çıkmasını dilemiştim. Kaç saat oturdum bilmiyorum. Ama çıkmamıştı. O kızdan hoşlanıyordum. Güzel değildi. Ama çok kavgacıydı. Hatta ayağında ve dizinde otuzdan fazla kere top sektirebiliyordu. Oysa ben en fazla on bir yapabilmiştim. Bir tane daha kız vardı. Selendi adı. Yeşil topu vardı. Aynı anda topa vurmuştuk. Sonra kız aşk gibi bir şey söylemişti. Gözleri de yeşildi ama ben o kızı sevmiyordum.
Galiba “onlar” kızlarla devamlı oyun oynamama da sinir oluyorlardı ve ayaklarını yıkamadan eve girmek yasaktı. Salona girmek de hep yasaktı. Zaten salonda beyaz örtüler vardı ve ben beyazı sevmezdim o zamanlar. Ama güzel kıyafetleri vardı ve bir sürü paraları. Ebeveynlerim zaten yol boyu kavga ederlerdi ve ben arkada uyuyor numarası yapardım. Hepsini duyardım halbuki. Sonra param hiç yetmezdi güzel kıyafetlere. Zaten lanet yerde hala yetmiyor. Galiba hiç güzel kıyafet alacak kadar param olmayacak. Ama güzel kıyafetler almayı çok istemiştim. FS’nin bir tane kazağı vardı. Çok güzeldi. Onu almayı çok istemiştim. Ama deli gibi pahalıydı zaten. Zaten yatılı kalıyordum ve bütün param yurttan kaçmaya yetiyordu. Zaten bütün param o kazağı almaya yetmezdi.in a different time

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder